31 Temmuz 2010 Cumartesi

Anamızın Ligi

Bir hafta sonu yazısı olduğu için üslubu biraz hafif bir yazı olabilir fakat bahsettiği konu oldukça ağır.

UEFA,Mallorca kulübünün mali yükümlülüklerini yerine getirememesi sebebiyle Avrupa Ligi'ne katılma hakkını iptal etti.

Bu haberi okurken bir Türk futbolsever olarak tam olarak anlamlandıramadım. Mali yükümlülüklerini yerine getirmek derkenne kastediliyordu? Bizim alıştığımız türden cümleler değildi bunlar.

Haberin devamında yazan ise; "Kulübün 70 milyon euro civarında borcu olduğu tahmin ediliyor. Mallorca davası, UEFA'nın "Finansal Fair Play" hedefine bağlılığının kanıtı olarak görülebilir. UEFA, kulüplerin gelirlerinden fazla harcama yapmasının önüne geçmeye çalışıyor."

Birdakika..
.
UEFA,kulüplerin gelirlerinden daha fazla harcama yapmasının önüne mi geçmeye çalışıyor? 

Emin olmak için bir daha kontrol etmek ihtiyacı hissettim. Türkiye,UEFA ülkelerinin arasında değil mi? Kontrol ettim öyleymiş(!).
Biraz araştırma yaptığımızda üç büyüklerin gelir ve giderlerinin ne olduğuna bakıldığında aşağıdaki tablolar karşımıza çıkıyor.

Fenerbahçe 2009 yılı bilançosunun gelirler hanesinin 274 milyon 9 bin 598lira 32 kuruş, giderler hanesinin de 277 milyon 581 bin 755 lira 29 kuruş olarak gerçekleştiği bildirildi.

Beşiktaşın gelirleri yaklaşık 100 milyon lira,  borç tutarı ise 141milyon 690 bin 773 lira. Beşiktaş'ın mali durumu hakkında bilgi bulmak çok zor. Her tablo farklı bir şey anlatıyor. Bulabildiğim en güvenli rakamlar bunlar. 

Galatasarayın 2009 yılı geliri 133,5 milyon dolar, gideri ise 145,5 milyon dolarolarak açıklandı.

Bu sonuçlara tabii ki şaşırmadım fakat asıl şaşırdığım konu bizim hala nasıl olup da Avrupa'da müsabakalara çıkabildiğimizdi.

Yeni sezonda harcanılan paralara ve uygulanan politikaya baktığımızda,bu tabloların düzelmesi yönünde bir umut ışığı gözükmüyor.

Görülen tek ışık Guti'nin sarı saçlarından parlayan güneş ışığı. Eh o da hepimize yeter sanırım. 

Gelecek senelerde, anamızın liginde görüşmek üzere.

SK...

30 Temmuz 2010 Cuma

Tarih Yazdık

Büyük(!) takımlarımızın sadece iddaacıların bildiği takımlarla oynadıkları maçları devam ediyor.

OFK Belgrad, Viktoria Plzen
ve Young Boys... Çoğumuzun adını bile bilmediği bu takımlar Türkiye'nin en büyük takımlarının havalarını teker teker söndürüyor.

Takımların karşılaştırmalı olarak değerlerini incelersek ilginç bir tablo karşımıza çıkıyor.

FB 123 milyon 50 bin Euro - Young Boys 24.500.000 Euro
BJK 102 milyon 500 bin Euro - Viktoria Plzen 8 milyon Euro
GS 90 milyon 600 bin Euro - OFK Belgrad 10.500.000 Euro

Kağıt üzerinde, Fenerbaçe rakibinden 5 kat, Beşiktaş yaklaşık 13 kat, Galatasaray ise neredeyse 9 kat daha değerli. Bu değer farkının skorlara yansımasının nasıl olduğuna ise hep beraber şahit olduk.

Takımların güçlerini ortaya çıkartmak için argüman olarak kullanılan kağıt üzerindeki takım değerlerinin ne kadar yanıltıcı olduğu da bir kez daha görüldü.

Fenerbahçe, bu takıma 123 milyon Euro yatırdığı için güçlü mü yoksa enayi mi? Ya Beşiktaş? Ya Galatasaray?

Bu rakamlar, bizim takımların güçlü olduklarını mı gösteriyor yoksa futbolcularına hakettiğinden fazla para verdiklerini mi?

Biraz düşününce tablonun ne kadar acı olduğunun farkında mısınız?

Young Boys'un sağ açığı ne kadara oynuyor? O oyuncu Fenerbahçe'de olsa ne kadar alırdı?

Sorular, sorular...

Hep kendimize sorduğumuz bu soruların artık yetkili kişilere de yönlendirilmesinin ve Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik şartlarla dalga geçercesine, ne idüğü belirsiz adamlara milyonlarca euro akıtanlardan hesap sorulmasının zamanı gelmedi mi?

Buralara nasıl geldik?

Eskiden üç büyüklerin formasını sahaya koysan şampiyonluğa oynarlardı. Bu yüzden yapılan transferlerin yerinde olup olmaması çok da önemli olmadı. Kim gelirse gelsin nasıl olsa gene şampiyonluğa oynanacaktı. Arada sırada bir Avrupa takımına karşı da maç kazanıldı mı tamamdı.

Başlıklar hemen hazırdı: "Tarih yazdılar."

30 yaşındayım ve bugüne kadar bu başlığı onlarca defa gördüm. Hep tarih yazdık ama tarihin bizi yazdığını, UEFA kupası hariç, görmedim. Hep yazıp çizdik ama yazıp çizdiğimiz kadar aksiyon alsaydık bugünkü duruma düşmezdik.

Neyse ki, devir değişmeye başladı. Türkiye'de Trabzon'dan sonra bir Anadolu takımı şampiyon oldu. Eskişehir, Kayseri gibi takımlar güçlenmeye başladı. Artık kazanmak için formadan ziyade oynamanın da gerekli olduğu görüldü.

Bütün bunların sonucu olarak büyük takımların lig sonundaki sıralamalarında düşüşler görüldü. Bu düşüşler sıklaştıkça, yönetimlerinin sorgulanması da kaçınılmaz oldu. Avrupa'da ki rezilliğimizi "Tarih yazdık!" gibi ezik başlıklarla kapatmaktansa, iç ve dış performanslar sorgulanmaya başlandı.

Yukarıda yazılan örnekler bir değişimin yavaş da olsa başladığının habercisi. Türk futbolunun ileriye gidebilmesi için esmesi gereken değişim rüzgarları yavaş yavaş kendini hissettiriyor. En büyük dileğim, bu değişimin Avrupa şampiyonasına veya Dünya Kupasına kadar gerçekleştirilebilmesi. Eğer gerçekleştiremezsek bugün içinde bulunduğumuz durumdan çok daha kötü durumlara düşeriz.

Süreç devam ediyor...

Bu süreç sonucunda ya tarih yazmaya(!) devam edeceğiz ya da tarihin bizi yazmasını sağlayacağız.

Artık, umarım biz yazmayız...

SK

29 Temmuz 2010 Perşembe

Aykut!!! İstop!!!!

Fenerbahçe'nin alışık olduğumuz Avrupa performansından sonra yazılıp çizilecek bir sürü detay bulunabilir. Bu detayların analizi sonucunda teknik çözümler bulunması da olasıdır fakat bütün bu detayların arasında beni en çok düşündüren ise oyuncuların sahadaki vurdumduymazlığıydı.

Takımda sistem namına hiçbir şey göremedik. Zaten, isteğin ve ciddiyetin olmadığı yerde sistemin olup olmaması çok da bir şey değiştirmez. Fenerbahçe bu mental durumuyla isterse 10-10-10 oynasın, gene taraftarlarını depresyonun doruklarına çıkarmayı başaracaktır.

Fenerbahçe tek kelime ile hazırlıksızdı. Dün yazdığım "Young Boys" yazısında da aslında bu durumu belirtmiş ve irdelemeye çalışmıştım.

Kolektif futbol oynayan bir takım olmak istiyorsanız öncelikle sahada yardımlaşmanın üst düzeyde olması gerekir. Kendi oyununuzu rakibe kabul ettirebilmek için fiziksel olarak üst düzeyde olmalı ve rakibe de pozisyon vermemelisiniz. Bütün bunları yapabilmek için de bir zahmet, maçı ciddiye almalısınız.

Topu alanın ileriye gittiği, mahalle maçı organizasyonu kıvamındaki futbolcu topluluğunun amaçsızca yan pas yaptığı, stilleri birbirlerine hiç uygun olmayan ileri uç elemanlarının ümitsizce pozisyonlara girmeye çalıştığı ve kalecisinin maçın adamı seçildiği bir takımın başarılı olması beklenemezdi.

Maç içinde beklenmedik bir olay daha oldu. O da, 38 şut çeken, 12si kaleyi bulan, 3 topu direkten dönen Young Boys'un attığı gol sayısının sadece 2'de kalmasıydı. Forvetlerinin daha becerikli olmaları halinde şu anda konuşulan konuların çok farklı olacağı aşikardı. Young Boys 5-6'yı bulur o zaman da Kadıköy bile fayda etmezdi. Neyseki Volkan ve Aykut şanslı günlerindeydiler de Liverpool maçından daha beter bir skorla karşılaşmadık. O zaman atan Liverpool olduğu için hadi bir derece kabul eder gibi olduk ama herhalde bu takımdan öyle fark yeseydik anons skandalını bile geride bırakacak bir olaya imza atmayı başarırdık.

Maç içerisindeki oyuncuların davranışları ise Fenerbahçe forması giymenin hayaliyle yaşayan pek çok genç futbolcuya hakaret niteliğindeydi. Bu kadar vurdumduymaz, bu kadar oynadığı takımın büyüklüğünün farkında olmayan oyunculardan kurulu bir topluluk uzun zamandır görmemiştik.

Kazım kardeşimiz için ise ayrı bir paragraf açmak istiyorum.

Bu oyuncunun tavırları ilk geldiği günden beri aynı. Bir kez olsun kendini düzeltme yönünde bir çaba içerisine girmedi. Adamı başka takıma gönderdiler, açılmadan iade edilmiş gibi aynı şekilde geri geldi. Fenerbahçe takımında oynamanın ne demek olduğunu bilmediği için de bu şekilde devam edecekmiş gibi gözüküyor. Fenerbahçe'nin tarihi konusunda da en ufak fikri olduğunu zannetmediğim bu zat-ı muhterem gene yapacağını yaptı ve futbol tarihine geçebilecek bir kırmızı kart görmeyi başardı.

İstop oynamayı seven bu arkadaş topu havaya atarken "Aykut!" diye bağırmış olmalı ki maçtan sonraki yorumlarda gördüğümüz kadarıyla top Aykut'da kalmış. Aykut, "İstop!" dedi ve herkes durdu. Şimdi herkes Aykut'un topu havaya attığında kimin adını söyleyeceğini bekliyor.

Umarım söyleyeceği isimler birden fazla olur çünkü, bu takım Fenerbahçe'ye yakışmıyor.

SK

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Young Boys

Fenerbahçe'nin başrolünde olduğu "Avrupa'da bir Türk" isimli korku filminin galası bu akşam saat 21:15'de başlıyor.

Entirika, şiddet, korku ve heyecan dolu bir film daha bizleri bekliyor.

Bu filmi bize devamlı şekilde izletenler ise hala rejisör koltuklarında oturup, modası geçmiş oyuncularla birlikte kimsenin izlemek istemediği ve anlamadığı sanat filmleri tadında filmler çekmeye devam ediyorlar. Bu filmi devamlı izlemek zorunda olan bizler de başımız önünde bilet gişesinin önünde kuyruğa giriyoruz.

Her sene olduğu gibi Avrupa kupası maçlarına eksik ve hazırlıksız başlıyoruz. Takımın başında bin bir türlü olay olduğu için geç getirilmiş yetenekli bir hoca, bu yüzden yeni sistemin oturmadığı bir takım, elden çıkartılamayan isteksiz oyuncular ve kafamızda binbir türlü soru işaretleri ile beraber elele, bilinmezliğe doğru yolcuğumuza devam ediyoruz. 

Türk işi çalışmanın ürünleri hep yumurta kapıyı iki defa çalınca ortaya çıktığından dolayı, biz de bekleye bekleye yeni sezona hazırlanıyoruz.

Peki, Avrupa'nın büyük takımları yeni sezona nasıl hazırlanıyor?

Sistemli ve büyük takımların transfer politikaları incelendiğinde kısa-orta ve uzun vadeli olarak şekillendiği görülür.

Uzun vadeli transferler alt yapı ve scouting yardımıyla belirlenir. Yenetekli ve genç oyuncular ufak meblağlar ödenerek takıma kazandırılır veya alt yapıdan çıkartılır. Bu tip transferlerden uzun yıllar yararlanılır ve genellikle yüksek kar elde edilir.

Uzun vadeli transfer politikası için en önemli örnek Barselona'dır. Messi'nin  yeteneklerini daha çocukluğunda farkına varıp geliştirmesine ön ayak oldular. Büyüme hastalığı olan bir çocuğun hem hayatını kurtardılar, hem de bizlere Maradona'dan sonra gelmiş en büyük futbolcuyu izleme şansını verdiler.

Orta vadeli transferler ise genellikle takımın iskeletini oluşturan kadrodur. Takıma kısa sürede uyum sağlayabilecek, kendini kanıtlamış ve nispeten tecrübeli oyuncular için çalışma yapılır.

Orta vadeli transfer politikası için Bursaspor hakkında tez bile yazılması gereken çok önemli bir örnektir. Küme düşmeye oynayan bir takımın kısa sürede toparlanıp, akıllı transferlerle şampiyonluğa uzanan öyküsü, pek çok takım için ders niteliği taşımaktadır.

Kısa vadeli transferler ise genellikle yaşlı ve kariyerli futbolcuların, forma sattırsın, takımda hava oluştursun, tirübünleri harekete geçirsin diye transfer edilmesiyle gerçekleştirilir. Genellikle 1-2 sene oynarlar sonra da Katar'a veya kendi ülkelerine dönerler.

Kısa vadeli transferlerde ise son dönemdeki en önemli örnekler Robeto Carlos ve Guti'dir.

Avrupa'da başarı mottosuyla yola çıkan takımlarımızın yukarıdaki sistemlerin hangisini uyguladığı tartışılabilir fakat hangisini uygulamadığı çok açık. Uzun vadeli transfer politikası...

İspanya milli takımı Dünya Kupasını kaldırırken birbirlerine sarılan futbolcular 10 yaşından beri beraber oynuyorlardı. Öyleki, Xavi pas verdiği adamın çocukluğunda altını ıslattığını bile biliyor olabilir. Barselona'da başarıyı aynı oyuncuları bünyesinde toplayarak gerçekleştirdi.

Türkiye'de böyle bir kolej takımı havası Metin-Ali-Feyyaz'lı Beşiktaş'dan beri maalesef olmadı.

Bu akşam Young Boys-Fenerbahçe maçı var. Peki, Fenerbahçe'de kaç tane "young boy" var? Acı gerçek şu ki, Fenerbahçe'nin şu anda altyapıdan gelen Semih dışında oynatabileceği oyuncusu yok.

Maçtan önce bu konuda "0" çekerek geleceğini kaybeden Fenerbahçe, kendi young boylarını kaybettikten sonra bu akşamki Young Boys'a karşı kazansa ne olur, kazanmasa ne olur.

SK

27 Temmuz 2010 Salı

Rüyalarda Buluşuruz

Süper Lig için geri sayımda sona yaklaşırken büyük takımlarımız, zamanında daralmasıyla birlikte oyuncu transferlerine iyice hız verdiler. Son bombayı Guti ile Beşiktaş patlatırken, Fenerbahçe ve Galatasaray daha suskun bir görüntü çiziyorlar.

Beşiktaş, kağıt üzerinde oldukça iyi durumda gözükse de geçen senenin Galatasaray'ının yaşadığı düş kırıklığını da unutmak mümkün değil.

Her transfer döneminde milyonlar harcamayı kendisine ilke edinmiş Fenerbahçe ise şaşırtıcı bir biçimde Aykut'un etkilerini hissettirmekte ve akıllı transferler yapmakta. Bu transferlerin sonuçlarının uzun vadede ortaya çıkacağı düşünülürse taraftarların sabırlı olmaları gerektiği açık. Her sene sistemsiz, mantıksız ve alelacele kurulan takımlar için sabırlı olması gerektiği söylenen taraftarın da bunca zaman sonra ne kadar sabırlı olabileceği de ayrı bir tartışma konusu.

Bunların haricinde Bucaspor'un kendisini bir üst lige çıkaran bütün takımını dağıtması, Bursaspor'un sakat Insua’yı transfer etmesi gibi haberler, futbol geyik muhabbetlerini şenlendirmeye devam ediyor.

Gelen geliyor da, bize ne katıyor?
Türk futbolundaki en önemli problem, yapılan yabancı transferlerinin çoğunun yetersiz veya verimsiz olması. Gelen yabancı ne kadar iyi ve kariyerli olursa olsun Türkiye'de 2-3 ay sonra kafasını kaldıramayacak hale geliyor. Premier Lig'de arap atı gibi koşan adamlar, buraya gelince sütçü beygirine dönüşüyor. Görecelik kuramı gereği bunca kötünün içerisinde biraz koşan adam gördüğümüzde de omuzlarımızda taşıyıp uğruna şarkılar yazıyoruz. Ernst için dünyanın en iyi orta sahalarından biri diyenlerle bile karşılaşabiliyoruz.

Türkiye için alışılagelmiş bu düşük performansın sadece futbolcularla alakalı olduğunu düşünmek ise kendimizi kandırmaktan başka bir işe yaramıyor. Bu futbolcuları bu kadar verimsizleştiren etkenlerin ne olduğunun bulunması ve buna göre gerekli aksiyonların alınmasının şart olduğu gözüküyor.
Biraz beyin fırtınası yaparak bu etkenlerin üzerinde durmaya çalışalım.
Öncelikle, bir insana gereğinden fazla değer verme, yani dünyada bilinen adıyla "overrating", o kişinin performansını arttırmaktan ziyade uzun vadede psikolojik çöküşlere neden olur. Hatırlıyorum, büyük takımlardan biri bir futbolcu almıştı. Adamcağız o günleri anlatırken, havaalanında kendisini karşılayan binlerce insanı görünce şoka girdiğini ve "Acaba Pele'mi geldi?" diye arkasına baktığını söylemişti.
Gelen futbolcu bile kendisini o derece değerli görmezken bizim, Almanya 2.liginden gelen adamları ilah yapmamız sorunun başlangıcını oluşturuyor.
Bu ilgiye alışmamış olan futbolcu, mental olarak hazır olmadığı için kendisini bir anda en tepelerde bulup, ilk maçındaki hatalı hareketinde tirübünlerden gelen ve sonrasında sıkça duyarak anlamını öğreneceği anasıyla alakalı vecizeleri duyunca bir anda yere çakılıyor. Hele bir de maç kaybettikten sonra sokağa bile çıkamıyor olması gerçeği de olaya noktayı koyuyor.
Mental seviyedeki bu değişiklikler, beraberinde motivasyon sorunu ve stresi getiriyor.
Futbolcuyu dibe vurdurmaktaki bir sonraki adım ise profesyonel yaklaşımın olmaması.
Avrupa'da oynayan futbolcu belirli bir sistemin içinde olmaya alışıktır. Maaş ödemelerinden tutun da, antrenman stiline, sahadaki oyun planından, yediği içtiğine kadar hesaplanan bir sistemin içinden gelip de Türkiye'deki "hadi koçum", "yürü koçum" sistemine ayak uydurmakta zorlanması son derece doğaldır.
Soyunma odasına başkanın indiği, amigoların racon kestiği, taraftarın taktik verdiği, bara giden futbolcunun hain muamelesi gördüğü canım ülkemde, yabancı futbolcunun performansının nasıl yükseltileceğini bırakın, aynı seviyede tutulması bile bir mucizedir.
Türkiye'de oynanan futbol, özellikle kaliteli yabancılar için, oldukça zorlayıcı bir ortam oluşturuyor. İtalya liginde oynayan yumuşak stilli oyuncuların, bacakları ellerinde evlerine dönmeleri gibi, bizim ligimizde de 2. hafta aşil tendonu yırtıkları veya tarak kemiği kırıklarıyla karşılaşan top cambazlarının çoğu, artık anca evlerinde top sektirebiliyor.
Bütün bunların sonucunda ise, yuhalanan yıldızlar, parası ödenmeyen futbolcular, Avrupa’da başarısızlık, sistemsizlik ve havaya saçılan paralardan oluşan kabus bir tablo ortaya çıkıyor.
Bu kabustan kurtulabilmemiz için öncelikle uyanmamız gerekiyor.
Gereksiz yabancılara verilen milyonların alt yapılara aktarılması, genç futbolcuların yetiştirilmesi için gerekli sistemin oturtulması, 1 milyona 14 adet Guiza alınabilecekken, 14 milyona 1 adet Guiza alınmaması, yani akıllı transfer politikalarının uygulanması ile uyanmaya başlanılmalı.
Büyük takımların ön ayak olacağı altyapı yatırımları Türk futbolunun önünü açabilecek tek çözümdür.
Ya bu uykudan uyanırız ya da karabasanlarla dolu sezonlarda yaşayıp, Şampiyonlar Ligi Kupasını veya Dünya Kupasını anca rüyalarımızda görürüz.
SK

19 Temmuz 2010 Pazartesi

İsyan, Özgürlük ve Umudun Doğuşu

1900'lü yılların başı.

Pırıl pırıl bir sahil, ormanlık alanlar, geniş araziler, tertemiz bir hava, Suadiye, Caddebostan, Kalamış gibi incilerle süslenmiş İstanbul'un gerdanında, ışığıyla her yeri aydınlatan bir fener ve bu fenerin işaretinin topladığı insanların spor aşkının alevlendiği yıllar. 

Moda'da yaşayan La Fontaine, Giraud, Whittall, Charnaud, Pears ve Armitage ailelerinin "Kadıköy Football Association" kulübünü kurup, müslüman gençleri kıskançlıktan çatlatmaları 1897 yılına tekabül etmekteydi. Müslüman gençlerin ilk kulübü kurmayı elin ingilizlerine bırakmalarının sebebi ise ingilizlerin futbolun sözde mucidleri olmalarından değil, kendilerinin herhangi bir dernek veya kulüp kurmalarının yasak olmasıydı.

En sonunda, bu duruma dayanamayan babayiğit gençlerden, deniz öğrencisi Fuat Hüsnü Kayacan, eski hariciyecilerden Reşat Danyal ve Mehmet Ali "Black Stocking FC" kulübünü 1899 yılında kurdular. İngilizce isim alarak hükümeti kandırmayı denemiş olsalar da, ilk maçlarında güvenlik güçleri tarafından hastaneye kadar kovalandılar.

Tarihe damga vuranlar, zorluklar karşısında kararlılıkla fikirlerini sonuna kadar savunanlar olduğundan mütevellit, bu yazıyı yazmama sebep olan, ve milyonlarca kişiyi peşinden sürükleyen büyük bir kulübün temellerini atan bu gençler de asla vazgeçmediler.

Bu ısrarları, 1902 yılında "Kadıköy Futbol Kulübü"'nü kurmalarıyla sürdü. Aynı şekilde ısrarlı olan hükümetin bu kulübü de kapatması şaşırtıcı değildi. 

Yılmadılar, devam ettiler. İnandıkları yoldan dönmediler ve sonunda 1907 yılında "Fenerbahçe Futbol Kulübü"'nü kurdular.

Bu sarı-beyaz formalı gençlerin Papazın Çayırı'na inişiyle artık hiçbir şey aynı olmayacaktı.

Spor alanında bunlar yaşanırken, Osmanlı İmparatorluğunu çok acı günler beklemekteydi. 1920 yılının Mart ayında işgal kuvvetleri İstanbul'u işgal etti. Türk milleti, Mustafa Kemali'ne kavuşmak için bir süre daha beklemek zorunda olduğundan, bu dönemde halkın moralini yüksek tutmak ve işgalci kuvvetlere karşı oluşan nefreti uygun bir biçimde kanalize edebilme görevi işte bu sarı-beyaz formalı gençlerin omuzlarına yüklendi.

İşgal kuvvetlerinin takımlarıyla yapılan maçlarda Fenerbahçe'nin kazandığı başarılar, Fenerbahçe'nin kimliğini birden bire yerel bir takımdan ulusal bir fenomen haline dönüştürdü. Artık, cephedeki askerler Fenerbahçe'nin başarılarıyla seviniyor, taraftar sayısı gün geçtikçe artıyordu.

Fenerbahçe, futbolun sadece futbol olmadığını bir kez daha kanıtlıyordu.

Türkiye'de futbolun bu kadar önemli olmasının altında yatan gerçek sebep, bir milletin başkaldırışının sembolü olmasıdır. Kendisini siyasi ve askeri arenada yenenlerle hesaplaşabileceği tek yer olmasıdır. İşte bu genetik miras yüzünden, 1. tur elemelerinde bile herhangi bir Avrupa takımına gol attığımızda ağlamaklı olur, kendi takımımız olmasa bile bir Türk takımı başarı kazandığında tura çıkarız.

Fenerbahçe aşkı isyanla doğmuştur. Güçlü olduğunu zannedip ezene karşı bir başkaldırıdır. Bu aşk ile birlik olunmuş, bu aşk ile büyük olunmuştur.

Büyük olmak demek sadece kaç adet kupa kazandığın değildir. Temsil ettiğin değerlerin ne kadar önemli olduğu da büyüklüğü belirler.

Fenerbahçe bir aşktır, sevgidir, isyandır, mücadeledir, kurtuluştur, özgürlüktür. Bütün bunların ötesinde milyonlarca kişinin sevgisiyle büyüyen, insan olmaya dair bir inançtır.

Lefter'i, Ogün'ü, Can Bartu'su, Asker Mehmet'i, Rıdvan'ı, Oğuz'u, Aykut'u ve daha niceleri... Hepsi bu inançla yoğrulup Fenerbahçe'yi daha da yükarılara taşıdılar. Endüstriyel futbol zırvalarından bağımsız olarak hep bu sevgiyi ve inancı ön planda tuttular.

Maçları seyrederken milyonlarca kişi atak yaptık, orta kestik, gol attık, gol yedik. Üzüldük, sevindik. Fenerbahçe kazanınca tirübünde tanımadığımız adamlarla kucaklaştık. Hiçbir şekilde beraber olamayacak insanlar olarak tek vücut olduk.

Fenerbahçe'li olduk!

Doğduğun güne de, seni tanıdığım güne de binlerce şükürler olsun.

Doğum günün kutlu olsun Fenerbahçe...

SK

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Bir Finalin Hikayesi

Futbol harici her şeyin konuşulduğu bu dünya kupasının finali de kendisine yakıştığı gibi oldu. Futbol dışında konuşulacak o kadar fazla konu var ki, hakkında değil blog kitap yazmak gerekir.

Hollanda, maça tam beklenildiği gibi, oynatmamak üzerine çıktı fakat, Hollandalı futbolcular, Bert van Marwijk'in "oynatmayın!" taktiğini yanlış anlayıp "bu maçtan sonra da oynatmayın" olarak algılamış olacaklar ki, İspanyolların bacaklarını kırmak için ellerinden geleni yaptılar.

Bu taktik işe yaradı. İspanyollar bildiğimiz atak varyasyonlarının hiçbirisini ilk yarıda gerçekleştiremediler. Her İspanyol'un başında üç Hollandalı futbolcuyu gördük. Birisi oynamaya, öbürü oynatmamaya çalışan iki ekibin mücadelesinin ilk yarısı kısır bir döngü içerisinde 0-0 bitti.

İlk yarıda futbol namına güzel kareler göremesek de karate sporu yapanlar için heyecan verici enstantanelere sahne oldu. Özellikle Xabi Alonso'nun kaburga kemiklerini içeri sokmayı denemek için bir uçan tekme atan De Jong'un tirübünde oturan Miyagi ustadan büyük alkış aldığı görüldü.

Bu hareketleri bir futbol hakeminden ziyade karate hakemi edasıyla izleyen Howard Webb ise sık sık kartlarına başvurarak işi iyice çığrından çıkardı. Avantajları kesti. Otorite kuramadı. İşin açıkcası, bu maç için hafif kaldı.

İkinci yarı başlarken Hollanda ilk yarı da istediğini elde etmiş ve İspanya'yı kitlemeyi başarmıştı fakat, İspanya'yı bu şekilde durdurabilmek için harcanılan efor Hollanda'yı oyundan düşürdü ve Hollanda'nın insanüstü enerjisi 70'li dakikaların ortalarına doğru tükendi. O dakikadan sonra da İspanya bildiğimiz futbolunu oynamaya başladı.

Bu arada, 100 metre koşucusu olacakken yanlışlıkla futbol sahalarına düşen Robben'in kaçırdığı iki gol Hollanda için dönüm noktası oldu.

İlk gol pozisyonunda top, şans eseri Casillas'ın ayaklarına çarpıp çıkarken, ikinci pozisyonda Puyol'un kendi ekseni etrafında 360 derecelik imkansız ve ağızları bir karış açık bırakan dönüşüyle beraber Robben'in ayağına kaymasıyla kaçırıldı.

Puyol, havada kendi etrafında dönerken İspanya'nın şansını da döndürüyordu....

Tabii, İspanya'nın kaçırdığı inanılmaz pozisyonlar da İspanya nüfusunun yaşlı kesiminde bir kalp krizi fırtınası estirdiyse de, en sonunda İspanya bayrağı altındaki Katalan Iniesta son sözü söyledi.

Katalan ileride golu atarken, kalede İspanyol ağlıyordu.

Dört dakika boyunca, İspanyollar hem ağlayıp, hem oynamaya çalıştılar.

Maç bittiğinde ise bugüne kadar konuşulmuş her şey unutuldu. Politikanın ne kadar saçma, sanal düşmanlıklar yarattığı, sporun ise politikanın açtığı çatlakları nasıl birleştirdiği görüldü. Dün orada tek bir millet vardı ve futbolun en büyük kupasını tarihlerinde ilk defa kazandılar.

Ne mutlu onlara... Darısı bizim de başımıza. Her alanda...

Futbolu oynayan maçı kazandı, oynatmayan kaybetti.

Teşekkürler İspanya...

SK

9 Temmuz 2010 Cuma

Roma'yı önce yaktılar sonra batırdılar. Ateşin sıçramasına az kaldı...

A.S. Roma'nın iflas ettiği ve bankaya devredildiği duyuruldu.

Bu olay bir milattır.

Tehlike çanlarının çaldığının artık Türkiye'de de duyulmasının zamanı geldi. Kulüplerin şu anki finansal yapıları devam ederse FIFA'nın ekonomik kıstaslarına uymadığı için pek çok kulübümüz Avrupa arenasında sahne alamayacağı gibi bir aşağı lige düşürülme tehlikesiyle de karşı karşıya kalacak.

Quaresma, Guiza, Baros gibi futbolcular iyi de, uzun vade de devamlı elde patlayan transferler olmaları sebebiyle kartlı bir yatırım aracı olamıyorlar maalesef.

Fenerbahçe, finansal açıdan daha rahat olsa da Beşiktaş ve Galatasaray'ın durumları hiç iç açıcı değil.

Yakın zamanda önlemler alınmaya başlanmazsa Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaşı ikinci ligde top koştururken İnegölsporun forveti için çekişirken bulabiliriz.

Artık üç paralık adamları değerlerinin çok daha üzerini verip getirme döneminin sona ermesi gerekli.

En açık örnek Lugano. Geçen sene Fenerbahçe'den ayrılmak istedi. Fenerbahçe'de güle güle dedi. Adam her kulübü dolaştı ve Avrupa'da en fazla önerilen para Fenerbahçe'nin verdiğinin yarısına bile anca yaklaşabildi. Bu da paşa paşa döndü tabii. Şimdi dünya kupasındaki performansına göre daha fazla para alma ihtimali olduğundan Lazio ile anlaşmak üzere.

Paraları bu şekilde çılgınca harcayarak başarılı olunamadığını açık şekilde gördük. Sistem kurmak yerine dünyanın kaymış yıldızlarını toplamanın kimseye bir faydası dokunmadı.

Bu paralar artık alt yapıya aktrarılmalı. Varsın 10 sene Avrupada bir şey yapılamasın. Sanki, şimdi çok mu başarılıyız? A milli takımın hali ortada. Bu ülke, kendi çocuklarına yatırım yapmak yerine elin oğullarına milyonlarca euro verdiği sürece bu süreç böyle devam edecek. Ne zamanki kendi takımlarımızı liglere sokamaz hale geleceğiz, işte o zaman kafamıza dank edecek ama iş işten geçmiş olacak.

Artık, uyanmanın zamanıdır.

Artık, yeni Metin, Ali, Feyyaz, Rıdvanların zamanıdır.

Çok geç olmadan...

SK

Fenerbahçe'nin transfer politikası

Çok bilinmeyenli denklemlerin takımı Fenerbahçe transferlerini de bilinmezlik perdesi altında yürütmeye devam ediyor. Takımdan kim gidiyor kim kalıyor o bile belli değilken, kimlerin geleceği sorusu hala bir muamma.

Bugüne kadar gelen ve giden futbolculara baktığımızda, Fenerbahçe nispeten daha istikrarlı bir takım (en azından Beşiktaş'a göre). MALdonado ve Josico bombalarını saymazsak al gülüm, ver gülüm tarzı transferlerin sayısının azaldığını görüyoruz. Buraya kadar her şey tamam fakat, asıl soru ilgili transferlerin yararlı olup olmadığı.

Bu transferleri irdelemeden önce Türk takımlarının genel halini bir mercek altına alalım.

Üç büyükler için bile olsa Türk takımlarının yurtdışından futbolcu alırken büyük handikapları var. Öncelikle, herhangi bir futbolcuyu Avrupa'dan Türkiye'ye getirmek isteniyorsa Avrupadaki fiyatının minimum %30-40 fazlasını vermek gerekiyor. Bu açıdan Katar emirliğiyle yarışıyoruz diyebiliriz. Diğer bir konu ise buraya gelen yetenekli futbolcuların motivasyon sorunu. Ortega, Anelka, Roberto Carlos gibi nice yetenekli futbolcu geldi fakat Chelsea karşısına çıkmaya alışmış adam Büyükşehir Belediye'ye karşı ne yazık ki motive olamıyor.

Bütün bunların sebebi ise ligimizin futbol kalitesinin düşük olmasından kaynaklanıyor. Futbol kalitesi üst düzey bir ligin takımları da üst düzeyde olacağı için Şampiyonlar Ligi'ne ve UEFA'ya çok daha fazla takımla katılacaktır. Başarıların da beraberinde gelmesiyle yetenekli yabancı futbolcuların Türkiye Ligi'ne bakışları da değişecektir.

Ayrıca, Türkiye'de ki profesyonellik algısının Avrupa'dan çok daha aşağıda olduğu bir gerçek. Büyük takımların hala Yıldırım derebeyliği, Polat obası, Demiroren vilayeti şeklinde yönetiliyor olması ve sistemsizlik futbolcu performanslarının normalden çok daha aşağıda olmasına sebep olmaktadır.

Ne zamanki büyük takımlar gerçekten Avrupada da büyük olurlar, küçük takımlar ise en azından bir Premier Lig orta sıra takımı seviyesine çıkarlar, işte o zaman yabancı futbolcu transferlerindeki handikaplar birer birer mazide kalır.

Yazının bu kısmına kadar saydığım etkenler bütün takımları olduğu gibi Fenerbahçe'nin transfer politikasını da ister istemez etkiliyor.

Fenerbahçe'deki asıl sorun ise transferlerin takım yapısına uygun yapılmaması. Senelerdir hızlı, patlayıcı, açık alanca iş yapacak forvet tipleri tercih ediliyor. Bu forvetlerin kralı Anelka geldi, Nobre'nin yedeği oldu. Fenerbahçe'den ayrıldı, gitti Premier Lig gol kralı oldu. Sonra aynı tip Kezman transfer edildi. Gönderilirken arkasından bir tef çalınmadı. Sonra Guiza geldi. Aynı tip adam, aynı dertler... Son ikisinde de Semih performansıyla alınan forvetlerden çok daha yararlı oldu.

Biraz dikkat edilirse başarılı olan forvet tiplerinin (Nobre, Semih) ceza sahası içerisinde aktif, fırsatçı, sprinter özellikleri olmayan, son vuruşları iyi forvetler olduğu görülür. Buna rağmen transfer edilen forvetlerin bunların tam tersi yapıda olduğu gözlemlenebilir.

Sonuç ise, Kezman sahanın içerisinde ağlayarak "Help me" diye bağırır, İspanya ligi gol kralı Guiza direklere sarılıp ağlamaklı suratıyla manşetlere çıkar. Şimdi de saç sakal birbirine karışmış Fenerbahçe'den kurtulmayı bekliyor.

Fenerbahçe ya bu tarz  oyuncularla oynayabileceği şekilde sistemini değiştirecek ya da sistemine (yani Alex'e) uygun oyuncu alacak.

Fenerbahçe'nin tartışmasız en yararlı futbolcusu Alex. Yıllarca koşmuyor, savaşmıyor, ağır denildikçe o inadına gollerine ve asistlerine devam ediyor. İddia ediyorum Brezilya milli takımında Alex olsaydı Dünya Kupasında çok daha farklı bir görüntü çizebilirlerdi. Şunu da kabul etmek lazım, Alex bu yeteneklerinin üzerine bir de koşuyor olsaydı biz şu an onu Barselona'da seyrediyor olurduk.

Buna rağmen Alex'in oyun yapısı takımın taktitğini de belirlediği için Avrupa'da başarılı olunması çok zor çünkü, Fenerbahçe orta sahası, Emre hariç, koşmuyor. Özer, Mehmet Topuz, Alex, Emre dizilimi Avrupa standartlarına göre fazla yumuşak kalıyor. Avrupada başarılı olan takımları incelediğimizde orta sahalarının çok kuvvetli ve ısıran adamlardan kurulu olduğunu görüyoruz.

Bütün bunların sonunda ise konu Fenerbahçe taraftarının ne istediğinde düğümleniyor. Fenerbahçe taraftarı, her maç kazanılsa bile Lucescu'nun Beşiktaş'ı gibi skorlar hep 1-0 olursa memnun olmaz. Fenerbahçe taraftarı oynanan oyunun iyi olmasını, göze hoş gelen futbolu, takımını devamlı atak halindeyken görmeyi sever.

Bütün bu istekler ise var olan sistemde gerçekleşemez. Fenerbahçe sistemini ikili forvete döndüp orta sahasını kuvvetlendirmelidir. Atak varyasonlarının sadece Alex'e bağlı olmadığı bir sisteme geçmek zorundadır.

Yeni dönemde Aykut Kocaman ile birlikte İngiltere'dekine yakın bir menajerlik sistemine geçilmesi umut verici. Yönetim de Aykut hocanın arkasında durur ve sistemli bir yönetim tarzına geçerse başarının beraberinde gelmesi kuvvetle muhtemel.

SK

8 Temmuz 2010 Perşembe

Viva España

İspanya'nın baş döndürücü pas trafiğiyle geçen 90 dakika sonunda Almanya'nın, çaresizliğine boyun eğmesiyle birlikte 2010 Dünya Kupası finalinin artık bir adı var. Hollanda-İspanya...

İspanya'nın inanılmaz kolektif oyunu, Xavi'nin yönetimindeki orta sahanın sanki PES oynuyormuşçasına yaptığı paslaşmalar, forvetlerinin çabukluğu ve bunlara takımın ruhu Puyol'un attığı muhteşem gol de eklenince Almanya için kalan tek seçenek kaderine razı olmaktı.

Bu maçla beraber gerçekten futbol oynamaya çalışan bir takımın, oynatmamaya çalışana karşı üstün gelebildiğini gördük. Almanya, ilk 25 dakika kendi sahasından bile çıkmayıp bütün konsantrasyonunu sadece İspanya'yı bozmaya kanalize etti ve İspanya ile oynarken uyulması gereken ana kuralı unuttu.

"İspanya takımı eğer sizin sahanıza yerleşmişse eninde sonunda golü atar. İspanya'yı yenmenizin yolu önde baskı kurup devamlı bir şekilde oyunu ileriye taşımaya çalışmaktır. İspanya'yı kendi sahanızda beklerseniz yenilirsiniz."

Bu kurala uyulmayınca yenilgi de kaçınılmaz oldu.

İspanya'nın bol pasa dayalı oyunu Almanların foyalarını da ortaya çıkardı.

Mesut Özil'in klasik bir teknik ama ağır orta saha elemanı olduğunu açıkça gördük. Bu tempoyla Mesut'un büyük takımda (büyük takım derken bizimkilerden bahsetmiyorum tabii ki) oynamasını bırakın, ilerleyen yaşlarında halı sahada bile zor oynar. Orta saha ve forvet hattının ise oyun kurmakta ne kadar aciz olduğu Mesut'da durunca daha iyi anlaşıldı.

Bütük teknik analizlerin ötesinde iyi futbol oynamaya çalışan bir takımı seyretmenin zevkini yaşadık ve hakeden kazandı.

Almanya'nın foyasını çıkartan İspanya bakalım aynı tarifeyi Hollanda'ya karşı da uygulayabilecek mi?

Kazansa da kaybetse de, güzel futbol oynamaya çalışarak buralara geldiği için söylenecek tek bir şey var.

"Viva España!"

SK

6 Temmuz 2010 Salı

Orta Sahanın Dayanılmaz Hafifliği

Dünya kupası maçlarının gözümüze sokarcasına gösterdiği en önemli konu, orta sahaları güçlü olan takımların başarılı oldukları gerçeği.

Çağdaş futbolda orta sahanın güçlü olması artık eskisi gibi teknik elemanların pas trafiğinin had safhada olması (örneğin Barselona) olarak algılanmıyor. Dirençli, basan, koşan, oyunu bozan orta sahalar (örneğin Mesut Özil hariç Almanya orta sahası) tercih ediliyor. Bu da bize maçları izlerken sıkıntıdan duvarlara bakmamızı, çekirdek çitlememizi sağlayan bir etken olarak geri dönüyor. Bize oyun olarak zevk veren takımlar ise öyle ya da böyle o katı orta sahayı aşamadıkları için yenilmekten kurtulamıyor.

Bütün bunları yazdım ama herşeyin bir ortasının olması gerektiğini gene uçlarda yaşayan futbol efsanemiz Maradona bize gösterdi. Tamam, orta sahayı dirençli futbolcular yerine teknik oyunculardan kurarak seyir zevki yüksek bir takım kurana saygı duyuyorum fakat Maradona üstadımızın oynattığı 5-0-5 taktiği beni bile gerdi. Almanlar ellerini kollarını sallayarak Arjantin sahasına yerleşirken toplamda 180 gol atmış Arjantin forvetleri elleri belde yedek kulubesindeki Veron'un veya masörün bunlara aradan top atacağını zannederek 90 dakikayı tamamladılar.

Orta saha olmayınca forvette de çoğalamayan Arjantinli futbolcular, umutlarını Tevez'in uzaktan şutlarına, Di Maria'nın saçma sapan bindirmelerine ve Messi'nin 5 kişiyi ard arda çalımlayıp bir de üzerine kendini çalımlamasına bağladılar.

Bir efsane, bir efsane adayını ancak bu kadar adaylıktan uzaklaştırabilirdi. 2 metrelik, leylek bacaklı 5 tane Alman defans oyuncusunun arasına garibim Messi'yi salıp "Haydi aslanım alayını çalımla topu doksana tak" mantığıyla oynatarak hem bizi hem Messi'yi sinirden duvarlara tırmandırdı. Umarım Messi bu Dünya Kupası hezimetinden çabucak kurtulur ve biz de futbolun seyir zevkinin tavan yaptığı tarih öncesinden bir görüntü olarak izlediğimiz bu bücürü kaybetmeyiz. 

Tanrının sağ eli Suarez yarı finaldeyken Tanrının sol eli Maradona'nın olmayışı her ne kadar canı sıksa da kalan maçları en azından tek elle seyretmeye devam edeceğiz.

Umarım güçlü olan değil iyi oynayan kazanır.

SK

Portakalı soydum, ben bir yalan uydurdum

Son dakikalarda insanı yerine oturtmayan bir Uruguay-Hollanda maçını geride bıraktık. Orta sahalarını güçlü tutan iki takımın karşılaşmasında sonucu futbolun ilahları belirledi. İki tarafda uzaktan şutlarla ilk gollerini bulmasalardı sabaha kadar oynasalar gol atabilecek gibi gözükmüyorlardı.

Tam da burada her şut çeken futbolcuyu Hagi'nin sırrına vakıf edip, top havadayken 3 ayrı falso alan Jabulani'den de bahsetmemiz gerekiyor. Turnuva başlamadan önce Cesar ve Casillas Jabulani'den hiç memnun olmadıklarını açıkca belirtmişlerdi. İki kalecinin de ne kadar haklı olduğunu zamanla gördük. Yere sektiğinde sanki daha da hızlanan, havada beyzbol topu gibi bir oraya bir buraya hareket eden garip bir topla oynan maçların da garip olaylarla anılması kaçınılmazdı.

Hollanda ve Almanya, Jabulani'nin ekmeğini yiyen taraf oldular çünkü daha şanslıydılar. Almanya'nın Arjantin karşısındaki ilk golü, Hollanda'nın  Brezilya ve Uruguay karşısındaki ilk golleri bu topun ürünüdür. Tabii, buradan Van Bronckhorst'un muhteşem şutunu göz ardı ettiğim zannedilmesin fakat top giderken 2-3 defa falso alıp kaleciyi yanıltmasaydı o top, o kadar uzaktan gol olmazdı. Vuran futbolcununda bugüne kadar böyle goller atamadığını da düşünürsek yan etkenlerin önemini anlarız (örneğin, topa vuran Hagi olsaydı Jabulani falan farketmezdi. Zaten, Jabulani'nin Jsi yokken Hagi böyle goller atıyordu).

Uruguay, Hollanda'nın ikinci şans-ofsayt karışımı golü gelene kadar gerçekten iyi oynadı. Ofansif yönde daha iyi organize olabilselerdi sonuç çok daha farklı olabilirdi. Şu bir gerçek ki Uruguay, Tanrı'nın sağ eli Suarez'in yokluğunu ciddi anlamda hissederken, Hollanda Tanrı'nın bütün kutsanmışlığı ile sahadaydı.

Şampiyon olabilmek için şansın da gerekliliği kaçınılmaz gerçekse, Hollanda'nın bütün gereklilikleri karşıladığı açıkça görüldü.

Uruguay ise kendini yarı yola bırakan şansının ve kazanmaya yetmeyen becerisinin kurbanı oldu.

Maçın sok dakikaları ise tam anlamıyla bir heyecan fırtınasıydı. Uruguay'ın ikinci golü bulması, kalan son 3 dakikada topyekün saldırması, son saniyede Arevalo Rios'un topunun defanstan dönmesi, Hollanda ceza sahasının içerisindeki 7 Uruguaylı ve Hollandalıların şok olmuş bir şekilde maçın son 3 dakikasını izlemeleri futbolun neden dünyanın en çok izlenen spor dalı olduğunu bir kez daha bize gösterdi.

Uruguay, eğer bir mucizeyi gerçekleştirebilseydi tarih sayfalarında artık sadece ilk dünya kupası şampiyonu olarak değil, hırsın ve inancın zaferini en destansı şekilde kazanan takım olarak da anılacaktı.

Hollanda ise rakibi kendi kendini bitirene ya da bir şans golü gelene kadar oynamaya niyetli olmadığı futboluna devam ediyor. Boş sahaların adamı Robben ile arkadaşlarının sahayı dolduran bir Almanya veya İspanya karşısında neler yapabileceklerini göreceğiz.

SK

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Narsizm ve Mazoşizm... Tekmili birden, ikisi bir arada

Futbol seyrederken kanser olmayı isteyenlerden veya, kısa adıyla Fenerbahçe taraftarlarından birisi olarak kendi takımımdan bahsetmeden güne başlamak olmazdı.

Fenerbahçe'yi sevmek biraz  narsizm ve mazoşizm karışımı bir duygudur.

Her gün, herkes Fenerbahçe'den bahseder. Dünyada, özellikle son senelerde, herhalde bir halt yiyemeden bu kadar çok kendinden bahsettirebilen başka bir takım örneği yoktur. İçinde bulunduğun veya, bulunduğunu düşündüğün, bir camianın bu kadar ilgi görmesi de ister istemez insanın kendi gururunu da okşar. Narsizmi körükler. Zaten insanların büyük takım tutma sebeplerinin başında da bu duygu yatar. Yoksa ne işi var Elazığ'da oturan adamın Fenerbahçe veya Galatasaray'la değil mi?

Fenerbahçe taraftarı olmanın en önemli getirisi ise ister istemez seni içine çeken mazoşizm duygusudur. Fenerbahçe'yi tutmak aslında bir nevi herkesi karşına almak demektir. Seni kimse sevmez, hiçbir takım sana sempati duymaz, her zaman yalnızsındır. Bu yalnızlığın getirdiği belirli bir karizma olsa da işi batırdığın zaman seninle dalga geçen adam çok olur. Trabzon Fenerbahçe'yi yener gider Bursa'lı dalga geçer. Bu kombinasyonu bütün takımlar için düşünebilirsiniz.

Takımın yöneticileri de bu mazoşist içgüdüyle hareket ettiklerinden dolayı giderler Daum denen bıyıklıyı bir daha teknik direktör yaparlar. O Daum ki koca Anelka'yı Nobre'nin yedeği yapmayı becerebilmiş bir dahi olarak kayıtlara geçmiştir. Anelka'nın ise kendini sonradan çok geliştirip (!) Premier Lig gol kralı olması ise Daum'un teknik direktörlüğünün büyüklüğünü bir kez daha gözler önüne serer.

Bu içgüdüyle alınan kararlar neticesinde Fernerbahçe kendi taraftarına "Son dakika da kaçan şampiyonluk" filmini ikinci defa göstermeyi başarmış ve zevkten inletmiştir. Hele ki yanlış anons yapıp önce sevindirdikten sonra bir anda "şaka yaptık, şaka yaptııık" tarzı yaklaşımla taraftarını şekilden şekile sokarak mazoşizmin doruklarına çıkarmayı başarabilmiş yegane takımdır.

Bu kadar saydık saydık. Peki, bu kadar şeyi batırmış bir takımın büyüklüğünden hala nasıl bahsedebiliyoruz?

Bu aptalca soruyu soranlar için rahmetli İslam Çupi'den geliyor:

"Fenerbahçe büyüklüğü ne şampiyonluk büyüklüğü, ne kupa büyüklüğüdür. Onun büyüklüğü başka bir büyüklüktür işte, adı konamaz"


Bu adı konamayacak kadar yoğun ve uçta duygular yaşatan takımın uçta bırakılmış bir taraftarıyım. Hala ortaya dönemedim. Dönmek ister miyim?

E o zaman da Fenerbahçeli olmanın tadı yok be kardeşim...

SK

4 Temmuz 2010 Pazar

30 yaşındayken 40 yıl önceyi özlemek

    Bu dünya kupasında da çocukluk aşkımız olan futbola kuma getirmemizi gerektirerecek şekilde zevksiz maçlar izlemeye devam ediyoruz. Kendimi artık yüzmeye, buz patenine adamayı düşünüyorum ama orada da Messi yok. Ne yapalım?! Bildiğim futbolu unutup, şu anda oynanan zevksiz "şey" e alışmaya çalışacağım.

    İzlediğimiz dünya kupası maçlarında göze çarpan konu, orta sahası güçlü ve dirençli olan takımların başarılı olmasıydı. Çok teknik bücürlerden oluşan orta saha ve forvet elemanlarının hızlı ve ayağa pas trafiğinin çok da işe yaramadığına pek çok maçta şahit olduk. Bu tarz futbolun yerine defansif anlayışı oturmuş, disiplinli ve düz oyunculardan oluşan takımların öne çıktığını gördük.

    Gördük de ne oldu? Maçı izlediğimi zannederken bir anda kendimi internette surf yaparken buldum.

    "Çağdaş" futbol dediğimiz ne idüğü belirsiz, estetiksiz, kahramansız, yıldızsız (ne olur bana Robben demeyin), basketbolcudan bozma leylek bacaklı kütüklerin top koşturduğu oyun, ancak Suarez topu kalenin içerisinden elle çıkardığında veya İngiltere'nin golü sayılmadığında konuşulmaya değer konular sunabildi.

    İşin açıkcası Arjantin-Almanya maçını yazmak için bilgisayarın başına oturmuştum fakat yazı kendini bu yola soktu. Yapacak bir şey yok. Demek ki oynanan oyundan ziyade işin felsefesinin bozulmuş olması beni daha çok ilgilendiriyormuş.

    Bugüne kadar ki en düşük bilet satışı bu dünya kupasında gerçekleşti. Kupa başlamadan önce kimse kıçının dibinde siyahi bir aygırın üflediği vuvuzela ile gıdıklanacağını bilmediğine göre bu ilgisizliğin başka sebepleri olmalı (Güney Afrika lokasyonuyla alakalı olduğunu düşünmüyorum sonuçta milyonlarca insanın olduğu bir yer).

    Futbol'un seyir zevkinin, önüne "çağdaş" kelimesi getirilerek içine edilmesi, dünyanın en iyi futbol oynayan takımı olan Barcelona'nın sadece defans yapıp insanları kusturan bir oyun oynayan Inter'e yenilmesi (aaa Inter sadece Barca'ya öyle oynadı, aslında süper adamlar var bık bık bık... demeyin de ne derseniz deyin) ve en önemlisi "çağdaş" futbolun insanları cezbedecek kahramanlar yaratamaması şu andaki ilgisizliğin bence en önemli nedenleri. 
    Maradona'nın bütün takımı çalımlayarak gol atmasını, Van Basten'in Dasayev'i sıfırdan gol avlamasını, Bebeto-Romario'nun her karşı karşıya kalışlarında kaleciyi çalımlamalarını, Platini'nin yaprak vuruşunu, bacak arası yapan David Platt'ı, saçlarını sallayarak sağ kadanı matkap gibi delen Rıdvan'ı özlüyorum. Yaşın yetti mi bunlara diye sorsanız çoğunu canlı olarak görmedim ama hepsini bir şekilde izledim.

    Bana canlı olarak görmediğim bu adamları bile özleten bu çağdaş (!) futbol benim çocuğuma veya bundan sonraki nesillere kendini nasıl sevdirecek çok merak ediyorum.

SK