28 Ağustos 2010 Cumartesi

Büyük olmak

Özel bir organizasyonda oynanan Barcelona-Milan maçında, Barcelona, Milan'da oynayan eski futbolcusu Ronaldinho'nun Barcelona'da oynarken ki görüntülerini Nou Camp'ın dev ekranında gösterdi ve görüntülerin ardından Ronaldinho'ya teşekkür eden bir yazı çıktı.
Bütün Barcelona'lı futbolcular seramonide Ronaldinho'ya sarılarak selamlaşırken, fotoğraf çekimi esnasında Ronaldinho'yu -üzerinde Milan forması olmasına rağmen- aralarına aldılar. Hem de bir değil iki poz çektirdiler.
Bu sırada, Nou Camp'daki 90 bin seyirci rakip takımın futbolcusu olan Ronaldinho için tezahürat yapıyordu.
Ronaldinho mu?
Ağlıyordu...
...ve maç bitiminde çıkardığı formasının altında katalanca "Seni Seviyorum Barça" yazıyordu.
İşte "Büyük" olmak budur.
Büyük olmak demek eski futbolcun rakip takıma gittiğinde bile gönlünde yer etmek demektir. Vefa göstermek demektir. Göğüs reklamı almayıp UNICEF yazan formayla oynayarak, endüstriyel futbola karşı durmak demektir. Bir Brezilyalıya dünyada bile kabul görmeyen bir dil ile "seni seviyorum" yazdırtabilmektir.
Büyük olmak sadece maç kazanmak değildir.
Bir kültüre sahip olmak ve bıkmadan usanmadan o kültürü uygulamak demektir.
Kazanmaya ve sonuca odaklı ülkemiz spor kamuoyunun bunu farketmesi veya farketse bile rating getirmeyeceği için uygulaması şu an için imkansız gibi gözükse de uzun vade de bu tip örnekleri görerek belki kendimize de bakmayı akıl edebiliriz.
Büyük olmak kolay değildir. Büyük kalmak ise en zor olandır ve ne güzel bir tesadüfdürki hayatta en zoru başaranlar Büyük olurlar.
Teşekkürler Barcelona...

SK

27 Ağustos 2010 Cuma

Biz kimiz?

Türk futbolu için kara bir geceyi daha geride bıraktık.

Futbol, sistem, kültür gibi pek çok konunun üzerine burada ahkam kesilebilir. Ne kadar eksik olduğumuzun, neleri yapamadığımızın yorumları bol bol yapılacaktır. Hepsi de doğrudur fakat, sorunumuzun ana kaynaği nedir?

Doğru cevapları alabilmek için doğru soruları sormak gerekir. Bizim için doğru soru nedir? Öncelikli olarak çözmemiz gereken sorun nedir? Takım gözetmeksizin -Beşiktaş hariç- bütün takımlarımız Avrupa liginden eleniyorsa burada bir problemin olduğu çok açık.

Bence öncelikli soru şu; "Biz kimiz?"

Gelişmekte olan bir futbol ülkesi mi?
Tarihinde dünya üçüncülüğü ve UEFA kupası olan, futbol kültürü oturmuş bir ülke mi?
Geçmişindeki başarılara takılmış ama kendisini geliştirmek için hiçbir şey yapmayan bir ülke mi?

Bizim problemimiz her zaman kendimizi olduğumuz gibi görmemek oldu. Hz. Mevlana'nın kültüründen gelmiş bir toplumun olduğu gibi görünmesini bilmemesinin ne kadar acı sonuçları olduğunu tarih boyunca sıklıkla gördük.

Eskiden takımlarımız iyi olsa bile aşağılık kompleksimiz sebebiyle kendimizi devamlı kötülerdik. Şerefli yenilgilerle tarih yazdık. Nasıl olsa futbolu bilmiyorduk. Bilsek ne olacaktı? Futbolu bulmuş adamdan daha mı iyi oynayacaktık bu oyunu?

Ezikliğimiz o kadar büyüktüki İngilizlerle yapacağımız maç öncesi futbolcularımız, ingilizlerin sahasına ilk adım atan futbolcu olabilmek için yarışıyordu. 

Sonraki dönemlerde bir mucize oldu. Jupp Derwall isimli bir deha Türk futboluna el attı. Futbolumuzu çağın dinamiklerine uydurmaya çalıştı. Onun açtığı yolda yürüyen Mustafa Denizli ve Fatih Terim, kazandıkları başarılarla özgüvenimizi bize geri verdiler.

Senelerin ezikliğiyle birikmiş duygu selinin, özellikle Galatasaray'ın uluslararası başarıları ve A-Milli Takım'ın dünya üçüncülüğünden sonra patlaması kaçınılmazdı. Artık, bizden büyük yoktu. Hep şansa kaybediyor, hakem karşı tarafı tutuyor, futbolcularımız aslında kazanabilecekleri maçlara motive olamıyorlardı. Avrupa'nın Brezilyasıydık.

Gururla dolup taşarken, neden hiçbir Türk futbolcusunun -Hakan Şükür hariç- üst seviye Avrupa takımlarından teklif almadığını düşünmüyorduk. Okan, Emre, Suat yaşlanınca orta saha kim olacak bilen yoktu. Fatih Terim'in asıl başarısının genç Türk futbolcularını Türkiye'ye kazandırmak olduğunu unutup yıldız avına çıktık. Altyapıdan futbolcu çıkartmak aklımıza bile gelmedi.

Seneler, seneler geçti.

Bizi eleyenler artık Tromsö, Metalist gibi dünya futbolunun alt seviye takımlarıydı.

İlk başlarda şansız olduğumuzu düşündük. Bizim takımlarımız çok büyük takımlardı. Böyle kazalar olabilirdi. Yoksa biz UEFA finali veya Şampiyonlar ligi çeyrek finaline çok rahat çıkardık.

Hepsinin yalan olduğunu, sadece kendimizi kandırdığımızı göremedik.

En son Young Boys, Karpaty Lviv ve Paok tokadını yedik. Yenileceğimiz önceden o kadar belliyken şu anda şaşkınlıkla etrafımıza bakınıp duruyoruz çünkü hala kabul edemiyoruz.

Hala kendimizin ne olduğunun farkında varamadık mı?

Biz, Avrupa'nın orta sıra takımlarıyla bile zor başa çıkabilecek bir futbol ülkesiyiz. Avrupa'nın Brezilyası falan da değiliz. Biz sadece, takımlarının mantıksız transfer politikalarıyla milli servetimizi Avrupa'lı kulüplerin kasasına gönderen, Futbol'a sadece bakan fakat izlemesini bilmeyen, kültürünü geçtim daha çağdaş futbolu oynamasını bile bilmeyen takımlara sahip bir ülkeyiz.

Ya bunu kabul ederiz ve buna göre önlemlerimizi alarak kendimizi geliştirmeye çalışırız ya da, kendimizi hala büyük(!) görüp geriye doğru gitmeye devam ederiz. Bundan daha gerisi ne olacak onu da bilemiyorum tabii. 

Türk futbolunu bu hale getiren herkese sonsuz teşekkürler!!!

Bu yoğun çalışmalarının karşılığı olarak kendilerine bundan sonraki kalan zamanlarında emekliye ayrılmalarını öneriyor ve artık yakamızı bırakmalarını diliyorum.

Biz kim olduğumuzu bilmiyoruz belki ama, en azından sorumluların kim olduğunu biliyoruz...

Bu da bir şey!

SK

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Yaşasın Yeni Kral!

Trabzon'daki patates tarlasında futbol oynamaya çalışan 22 adamın mücadelesinin sonucunda gülen taraf ev sahibi oldu.

Sahaya izinsiz (!) giren martının tutuklanması ile başlayabilen maçın ilginç olacağı zaten bu olaydan bile belliydi.

Orta sahasız iki takımın mücadelesi şeklinde geçen ilk yarının sonunda, herkes elini kolunu sallayarak rakip takımın ceza sahasına gelebildiği için, bol pozisyonlu bir maç izledik. İlk yarıda atılan 5 gol futbolseverleri heyecanlandırsada, gollerin hiçbirinin kollektif bir atakla beraber gelmediği düşünüldüğünde heyecan seviyesi yüksek ama futbol kalitesi düşük bir ilk yarı seyrettiğimizi söyleyebiliriz.

Aykut Kocaman, sürpriz bir kadro ile sahaya çıkarak Şenol Güneş'i bile şaşırtmayı başardı. Özlenen kadro yapısını taraftarlarına sunmak niyetiyle 4-4-2 sistemiyle sahaya çıkan Fenerbahçe, maçın başlarında tutuk bir görüntü çizdi. Özer'in gününde olmaması, Stoch'un yanlış bir kararla yedek bırakılmış olması, Niang'ın doğru dürüst ilk maçına çıkması ve Semih'in sakatlanması da Trabzonspor'un ekmeğine yağ sürdü. Zaten bir geçiş döneminde olan Fenerbahçe'nin futbol şansı da yanında olmayınca üç golü birden kalesinde gördü.

Aykut hocanın hatasından erken dönüp Stoch'u oyuna almasıyla maçı dengeye oturtan Fenerbahçe bulduğu iki golle yeniden hayata dönse de, ne yapacağını bilmeyen ve oradan oraya koşturan futbolcuları ile etkin olamadı.

Bunlara rağmen Fenerbahçe'nin genç kalecisi Mert'e hiç top gelmedi desek yeridir. Çocuğun eline üç defa top değdi onlarda da topu kalenin içerisinden çıkarıyordu.

Tam da burada, Türk futbolunun gelecek vaad eden iki kalecisi Mert ile Onur'a ayrı bir bölüm açmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Mert'in ilk kez çıktığı lig maçında yediği gollerde yapabileceği herhangi birşey yoktu. Kurtardığı penaltı onun için ciddi bir moral ve motivasyon kaynağı olacaktır. Bu kadar genç yaşta Fenerbahçe'nin kalesine geçmek herkese nasip olmaz. Geliştirmesi gereken daha çok özelliği olsa da gelecek vaad eden bir kaleci olduğu yadsınamaz bir gerçek.

Onur ise çağımızın Dassayev'i olmaya aday bir görüntü çiziyor. Bir kalecide olması gereken bütün özelliklerin vücut bulmuş hali olan bu genç adamın, önümüzdeki yıllarda çok daha üst düzey takımların kalesini koruyacağına inanıyorum. 

Kısacası Türk milli takımının kalesinin geleceği de güvenli ellerde.

İki iyi kaleciye rağmen 5 golle biten ilk yarının sonunda iki takımın futbolcuları bile şaşkındı.

İkinci yarı başlarken Şenol Güneş'in doğru hamleleri ile orta sahayı toparlayan Trabzonspor, çok daha organize ataklarla Fenerbahçe kalesine yüklenmeye başladı. Semih'in de sakatlanmasıyla alışık olduğu 4-2-3-1 düzenine dönen Fenerbahçe, Özer'in bir Alex alternatifi olamayacağını kanıtlarcasına yaptığı pas hataları sonucunda pozisyonlara girmekte oldukça zorlandı. Alex oyuna girdiğinde ise herşey için çok geçti. Niang ise doğru dürüst ilk maçı olmasına rağmen çok iyi gözüktü. Kaliteli bir futbolcu olduğu kesin. Uzun vadede de yararlı olması kuvvetle muhtemel.

Trabzon ise orta sahayı kalabalık tutarak başladığı ikinci yarıda gol ayaklarının suskun kalması ile tarihi farkı kaçıran taraf oldu. Rahatlıkla 6-7 gol atabilecekleri maçı 3 gol ile tamamladılar.

Daha önce de eski Trabzonporlu Osman'a futbolu bıraktırtmış olan Yattara'nın ise istediği zaman nasıl bir futbolcuyu hayattan soğutabileceğini de bir kez daha gördük. Sağdan akın akın gelen Yattara, Brezilya milli takımının sol beki Santos'u kevgire çevirirken, mental olarak daha profesyonel olabilseydi nerelerde olabileceğini kendisi de düşünmüş müdür acaba?

Gine'nin kadri bilinmemiş Maradonası şovunu yapıp çıktığında ayakta alkışlayan taraftarın Annfield yerine Avni Aker'de olması onun şansızlığı olsa da, bizim için büyük bir şans olduğu kesin.

Maçın sonlarına doğru gelirken şuursuzca yüklenen ve topu şişiren Fenerbahçe, üretken olamayınca yenilgi de kaçınılmaz oldu.

Şenol Güneş, dünyanın en iyi hocalarından biri olduğunu dosta düşmana bir kez daha gösterdi.

Aykut Kocaman ise Fenerbahçe'de kemikleşmiş ve eskimiş yapıları cesurca yıkmaya çalışıyor. Bu geçiş döneminde takımın bocalaması son derece normal. Takımın 9 futbolcusunun sezon öncesi hazırlık kampı yapmadığını veya takıma yeni geldiğini düşünürsek zaten, Trabzonspor'u yenmek sürpriz olurdu.

Herşeye rağmen Aykut Kocaman'ın kocaman bir yürekle aldığı kararlar alkışlanmalı ve bu takımın sistemini oturtana kadar sabır gösterilmelidir. Bugüne kadar ki anlayışın bir yarar sağlamadığı çok açıktır.

Eski kralların dönemleri artık bitti. 

Yaşasın yeni kral!

SK

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Kahramanlar Ligi

Spor Toto Süper Ligi'nin ikinci haftası bugün oynanacak karşılaşmalarla geride kalırken, iki hafta boyunca gözlemlenilen en önemli konu ise, sezon başında da rahatlıkla tahmin edilebildiği gibi, üç büyüklerin anadolu takımlarına karşı zorlandığı gerçeğiydi.

Üç büyük takımdan birinin taraftarı olarak tabii ki kendi takımımın yenilmesi hoşuma gitmez fakat, futbolun geleceği açısından şu an ki tablonun uzun vadede çok yararlı olacağına inanıyorum. Bugüne kadar sürdürülen politikaların hiçbir işe yaramadığını, günü kurtarmak için yapılan transferlerin hiçbir derde derman olamadığını taraflı tarafsız herkese gösteren bu süreç geçtiğimiz yıldan itibaren başlamış ve Bursa'nın şampiyonluğuyla taçlanmıştı.

Aslında bütün bunları özetleyen nadide bir deyimimiz var;

"Artık, pabuç pahalı!".

Büyük takımların artık eskisi gibi, sahaya ayakkabılarını bile koysalar ilk 5'e oynayacakları dönemin yavaş yavaş sonuna geliyoruz. Üç paralık adamlara üç milyon para veren dahi yöneticilerin bu gerçeğin farkında olmamaları ise kendisini sezonu geç açma, lig ve Avrupa kupalarını başlamasına rağmen hala transferi bitirememe olarak kendini gösteriyor.

Sistemsiz ve pahalı takımlarımızın, sistemli orta sıra Avrupa takımlarına yenilmelerinden, her kolay olabilecek maçı zora sokmalarından, son dakikalarda gelen gollerden ve son anda ortaya çıkan kahramanlardan milletçe hepimize gına geldi.

Kahraman dediğimiz kişiler dibe vurmuş, kurtarılmaya muhtaç, sistemsiz ve çaresiz toplumlarda ortaya çıkarlar. Tarih boyunca refah içerisinde olan bir toplumdan kahraman çıktığı görülmemiştir çünkü herşeyin yolunda gittiği bir toplumda herhangi bir kahramanlığa da ihtiyaç duyulmaz.

Yalnız ve güzel ülkemizde ise değil yolunda giden bir şey bulmak, yolu bulmanın bile zor olduğunu düşünürsek, hayatımızın her alanında kahramanlara ihtiyaç duyduğumuz yadsınamaz bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor. Futbol'da kültürümüzün ayrılmaz bir parçası olduğundan dolayı her maç ortaya çıkmasını beklediğimiz bir oyuncuya bel bağladığımız, plansız ve acınacak haldeki futbol anlayışımızla olduğumuz yerde debelenip duruyoruz.

Büyük (!) takımların başını çektiği bu anlayışın anadolu kulüpleri tarafından ayaklar altına alınmasını ayrı bir zevkle seyrediyorum.

Balayından yeni dönmüş teknik direktörü ile sezonu hala açamamış, transfer yapamamış bir Galatasaray ve şampiyon olmasına rağmen kadrosunu yenilemiş, sezon arasında bile çalışmış bir Bursaspor'un karşılaşmasından, ismi büyük olanın değil hakedenin galip ayrılmasından dolayı ayrıca bir mutluluk duydum ve inanın bu mutluluğumun Fenerbahçe'li olmamla uzaktan yakından hiçbir alakası yok.

Beşiktaş ise kurduğu milyonlarca euroluk kadrosuna rağmen, kazanmayı isteyen, haddini bilen, buna göre akıllıca oynayan, hırslı ve koşan İstanbul Büyükşehir Belediyespor karşısında çaresiz kalarak puan kaybını yaşadı.

Kazanan bu iki takımın genel yapısına baktığımız zaman istikrarlarının ve akıllı transfer politikalarının ortak noktaları olduğunu görebiliriz. Uzun vadede kurulan sistem takımları olan Bursa ve İBB uzun vadede de başarılarını arttırarak sürdüreceklerdir.

Bugün oynanacak Trabzonspor-Fenerbahçe karşılaşmasında da umarım hakeden kazanır. Bugüne kadar oynadıkların oyuna bakarsak da kazanmaya yakın olan taraf Trabzonspor gibi gözüküyor.

Dünya değişiyor, ligimiz değişiyor, anlayışlar değişiyor. Bu değişime ayak uydurabilenler kalacak, uyduramayanlar geriye düşecek.

Bu değişimi yaşatan herkese teşekkürler.

SK

13 Ağustos 2010 Cuma

Spor Toto'nun Süper Ligi

Takımların sezon öncesi hazırlıklarını son hız (!) tamamladığı Spor Toto Süper Liginde, adından da anlaşılacağı gibi, iddaa dolu günlerin başlamasına sayılı saatler kaldı. Sezon başı performanslara bakarak, futbol dolu günlerin bizleri beklemesinin zor olduğunu düşünürsek, futbol heyecanını kuponlarda yaşamaya şimdiden alışsak iyi olur.

2010-2011 sezon öncesi transferlerine Beşiktaş damgasını vurdu. Fenerbahçe'nin alışılagelmiş transfer çılgınlığının hız kestiği bu sezonda, Türk futbolunu bu sefer de siyah beyazlılar heyecanlandırmayı başardı. Schuster, Guti, Quaresma derken bir çok yıldızı da kadrosuna katmak isteyen Beşiktaş, nereden geldiği belli olmayan parasını saçmaya devam ediyor.

Beşiktaş'ın bu politikasının ne kadar başarılı (!) olabileceğinin en büyük göstergesi tabii ki Fenerbahçe.

Fenerbahçe'nin şu anki içler acısı halinin sebebi bu tarz transferler politikaları. Bu transfer politikasının ne orta ne de uzun vadede herhangi bir getirisinin olmadığı İngiltere Futbol Federasyonunun son aldığı karar ile daha da ayyuka çıktı.  İngiltere milli takımının son Dünya Kupası başarısızlığından sonra, Premier Lig'de yeni getirilen kurallar gereği takım kadroları 25 kişiyle sınırlandırıldı ve 25 kişilik kadro içinde 8 oyuncunun 21 yaşına kadar İngiltere'de 3 yıl altyapı görmüş olması gerektiği belirtildi.

Yabancı sınırlaması olmayan İngiliz takımlarının, efsane İngiltere milli takımını bir enkaza çevirmelerine engel olabilmek için futbol federasyonunun aldığı bu kararın etkileri zamanla görülecektir. Şaşılacak olan gerçek ise ilk onbirlerinin neredeyse hepsi yabancı olan İngiliz takımlarının bu kararı rahatlıkla uygulayabilecek oyuncu kadrosuna sahip olmaları. Yani, her takımda 21 yaşına kadar İngiltere'de 3 yıl altyapı görmüş en az 8 oyuncu bulunuyor. Tak handikap kadro sayısının 25 olması.

Bu kararla birlikte kadroların minimum %32'si İngiltere futbol kültürünü genç yaşta almış oyunculardan kurulu olacak.

Ne mutlu onlara, darısı da başımıza...

Kalabalık bir girişten sonra gelelim sadede.

Spor Toto'nun Süper Liginin başlamasına sayılı saatler kala takımlarımızın durumu ortada. Sürpriz sonuçlara gebe olabilecek 4-5 haftalık bir süreç bizi bekliyor. Bursa ve Trabzon harici Gaziantep, Kayserispor, Eskişehir, Antalyaspor ve tabii ki İstanbul BŞB takımları öne çıkmaya aday takımlar olarak değerlendirilebilir.

Olduğu yerde debelenen bir Galatasaray, kadro ve motivasyon olarak dibe vuran Fenerbahçe'nin işi bu sezon çok zor. Gerekli silkelenmeyi yapabilmeleri için Galatasaray'ın stad faktörünün olması onlar için bir şans olsa da, takımda oturmuş bir sistemden bahsetmek şu anda mümkün değil.

Fenerbahçe ise evlere şenlik. Neresinde tutsak elimizde kalıyor.

Defansın belkemiği denilen Lugano sakatım diyor sonra da gidip milli maçta ilk onbir çıkıyor, çukur kazıcısı Bilica'nın yanında yetişen Gökhan Gönül, Brezilya kültürünü çok iyi kaptığını çakma bir penaltı alarak belli ediyor, Alex paşa oyundan alındı diye tiwtterda, kendi çok koşmuş gibi, maç boyu topun peşinden koştuk diyor, bir ruh çağırma seansında yanlışlıkla kendi ruhu çağrılmışda içi boşalmış gibi boş boş gezinen Gökhan Ünal bütün golleri kaçırırken tribünleri sinir krizi geçirme eşiğine getiriyor.

Yeni transferler ise, maalesef, ortama uyum sağlamak da gecikmeyecek gibi gözüküyorlar.

Aykut hoca'nın kişiliği ve futbol mantelitesinin düzgünlüğünün haricinde hiç bir umut ışığı tribünleri aydınlatmıyor.

Karanlıkta kalan her insan gibi Fenerbahçe taraftarı da karanlıkta artık neyi tutarsa ona sarılıyor.

Işıklar açıldığında ise taraftarın kucaklamış olduğu şeyden memnun olacağı da beklenmiyor.

SK

10 Ağustos 2010 Salı

你永远不会独行

Bugün yataktan kalktım ve üzerinde Adidas yazan terliklerimi giydim. Sabah mahmurluğuyla ayağımın kaşıntısını geç farketmişim, bir de baktım kızarmış. Önce tam olarak nedenini anlayamadım. Sonra terliğime baktım ve hayatımıza yön veren o üç kelimelik cümleyi gördüm "Made In China".

Adidas'a okkalı bir salladıktan sonra, Alman zannettiğim Çin'li terliklerimi anca misafir geldiğinde çıkartılmak üzere ücra bir köşeye sakladım.

Cam olduğunu zannettiğim Çin malı bardağımla suyumu içip, Çin malı Nike ayakkabılarımı giyerek kendimi sokağa attım. İşe geldiğimde üzerinde oturduğum Çin malı koltuğumun rahatlatıcı dinginliğine kendimi bıraktıktan sonra, Çin malı klimanın verdiği esintiyle serinlemeye çalışırken, bünyemi iyice zorlayan o haberi gördüm....

"Çinli iş adamı Huang, Liverpool'u almak için 480 milyon euro teklif etti."

Bu kadarı da fazlaydı artık! Hayatımda önem verdiğim ve efsane olarak beynime kazınmış bütün değerler teker teker sıradanlaştırılıyor ve basitleştiriliyordu.

Premier Lig kulüpleri araplara satılıyor, liglerin isimlerine firmaların adları veriliyor, Barselona, formasına reklam almayı düşündüğünü açıklıyor, çocukluğumda gıpta ettiğim ve sahip olmak için babamın arabasını günde iki defa yıkadığım ayakkabılar Çin malı oluyordu.

Çocukluğum efsaneleri teker teker ellerimden kayıp giderken içimi derin bir hüzün kapladı. Bir an için üç büyüklerimizin bir Çinliye ya da Arap şeyhine satıldığını düşündüm. Kalbim sıkıştı.

Endüstriyel futbolun katlettiği efsanelerin, bir banka hesabına dönüştürülen çocukluk aşklarının, top yerine parayla oynanmaya başlanan futbolun arasında bir nefes alabilmek için, kaleci Yaşar'ın anılarını okudum, güldüm, Ogün Altıparmak imzalı formama baktım, gururlandım, futbol tarihini gözden geçirdim, iç çektim, eski maç görüntülerini izledim, heyecanlandım ama sonunda gene dönüp dolaşıp hüzün durağında indim.

Liverpool'un "Made in China" olduğu gün, futbol tarihinin kara bir günü olarak tarihe geçecek.

Hani yalnız yürümeyecektik? Oldu mu şimdi Liverpool?
Seni de efsane zannedip, içine baktığımızda "Made in China" göreceğiz?
"You will never walk alone" şarkıları yerine "你永远不会独行" yazılı pankartları mı açılacak şimdi?

Bir çocuğun hayallerinin değeri ne kadar eder?

Taklit efsanelerden bıktım, bana çocukluğumu verin yeter...

SK

5 Ağustos 2010 Perşembe

Bataklık

Dün gece sarı ve lacivertin yanına bir de mor ekledik. Önceki yazılarımızda da sıklıkla bahsettiğimiz gibi, bunun böyle olacağının sinyalleri haftalardır gelmekteydi.

Fenerbahçe çok hazırlıksız yakalandı. Ne teknik ve taktik, ne de mental olarak hazır değildi. Genç oğlanların, bizi alımız al, morumuz mor evimize göndermelerinin en büyük sebeplerinden biri buydu.

Takıma her gelen futboolcuya bir şeyler oluyor. Daha önceden de sıklıkla izlediğimiz Stoch, hiç kendinden beklenmeyecek şekilde kırmızı kart görüyor, Kazım kendinden beklendiği gibi tribünde oturuyor, gol makinesi diye alınan Gökhan Ünal saç yoldurma makinesine dönüşüyor, İspanya gol kralı diye alınan Guiza acıların adamı oluyor, gelecek vaad eden futbolculardan Bekir geleceğini bırakmış şimdiki zamanının bile kaderiyle oynuyor, hızıyla ünlü Dia sahada nal topluyor. Fenerbahçe'de herkes ayrı bir telden çalıyor.

Peki, Fenerbahçe'de neler oluyor? Her gelen futbolcunun performansının çok altında kalması ve zamanla bunu bir alışkanlığa dönüştürmesinin sebebi nedir?

Bu işin teknik-taktik ile alakası artık yok. Fenerbahçe'de "bataklık" denilen bir psikolojik durum hastalığı var. Psikolojide sözü edilen bataklık terimi tam olarak, kötü bir durumdan çıkmak için yapılan uğraşların o durumu daha da kötüleştirmesi ve durum daha da kötüleştikçe kurtulmak için gösterilen çabanın arttırılması fakat bu artan çabanın mantık dışı yapılmasından dolayı işlerin daha da kötüye gitmesi ve bunun bir döngü haline gelip işin içinden çıkılamaz bir duruma gelmesidir.

Fenerbahçe bu duruma nasıl geldi?

Büyük hayal kırıklıkları yaşayan insanların olaylara tepkileri ve yaklaşım biçimleri değişiklik gösterir.Bazıları bezgin tavırlar sergilerken bazıları da aşırı tepkili ve hırslı olurlar. Bu olay, kötü bir durum karşısında kiminin bir tepeye çıkıp İstanbul'a küfretmesi, kimininse içine kapanıp intiharı seçmesiyle aynı mantık silsilesine sahiptir.

Fenerbahçe'de ise deyim yerindeyse feleğin sillesini yemiş futbolcu sayısı oldukça fazla. Şampiyonluğu iki defa son saniyede kaçıran hatta bir tanesinde 2 dakikalığına şampiyon olduğunu sanıp sonra kaybeden, şampiyonlar ligi yarı finalini yarım metreyle kaçıran, türkiye kupasını hiç durmadan kaybeden futbolcuların iskeletini oluşturduğu bir takım, mental olarak miladını doldurmuş demektir.

Bu futbolculardan oluşan takım, her yeni gelen futbolcuyu içine çekmeye hazır bir çöp öğütme makinesi gibidir. Bu sebepten dolayı daha 2. maçını oynayan Stoch gider garip bir kırmızı kart görür, Gökhan Gönül gönülden oynamaz, Dia koşamaz...

Fenerbahçe futbol takımının iskeleti yenilenmelidir.

Bütün bu psikolojik etkenlerin sonucunda ortaya çıkan tablo sadece futbolcular için geçerli değil tabii ki. Bu tramvayı belki de en ağır yaşayan insan, başta Aziz Yıldırım'dır. Tramvalar sonucu oluşan etkiler karar mekanizmasını etkilemekte, performans kötüye gittikçe daha da çok çabalamasına, daha çok para harcamasına sebep olmakta, sistemli kararlar alınamadığı için performans daha da kötüye gitmektedir.

Aziz Yıldırım, Fenerbahçe'yi çok yukarılara taşımış ve efsane olmayı garantilemiş bir başkandır. Kulübe katkılarını yok saymak cehalet ve nankörlük göstergesinden başka bir şey olamaz. Fakat, evrenin kanunu gereği her olayın bir doğuşu, gelişmesi ve çöküşü vardır.

Kulüp ve devlet yönetimlerinin devamlılığında önemli olan, hangi dönemde olunduğunun iyi analiz edilmesi ve eğer çöküş döneminde olunduğuna kanaat getirilirse, yeni başlangıçlara zemin hazırlanmasıdır. Aziz Yıldırım'ın yapması gereken de bu zemini hazırlamaktır.

Bu tarihten sonra alınacak en iyi aksiyon, Fenerbahçe'yi değiştirmek üzerine kurulu bir sistem inşa etmektir. Aykut'a tam destek olunmalı ve sonuna kadar arkasında durulmalıdır. Aykut, Fenerbahçe'nin Alex Ferguson'u olmaya en yakın kişidir.

Aziz Yıldırım ise şapkasını önüne koyup düşünmeli, ya bu bataklıktan çıkmak için psikolojik destek almalı ya da Ali Koç'a bayrağı devretmelidir.

İyice batmadan bir dala tutunmanın zamanı gelmiştir. Taraftar olarak bu dalı uzatma görevi ise bizlere düşmektedir.

SK