17 Ekim 2012 Çarşamba

Ayrılık da Sevdaya Dahil

Türk insanının gönlüne girmek kolay fakat, çıkması çok daha kolaydır. Özellikle, futbol seyircisinin bugün söylediği, yarınkini kolay kolay tutmaz. Bir gün omuzlara aldığı futbolcuyu ertesi gün teneke bağlayıp uğurladığı çok görülmüştür. 

Bunun en uç örneğini Fenerbahçe’nin şampiyon olduğunu zannettiği fakat, sonrasında Bursa’nın şampiyon olduğu sene gördük. Taraftar, omuzlarına aldığı Luganoyu, şampiyonluğu kaçırdıklarını öğrendikleri anda yere atmıştı. 

Trajikomik ve aslında Türk futbolunun neden ilerleyemediğini çok açık bir şekilde gösteren bir olaydı.

Bütün sezon boyunca o şampiyonluk için elinden geleni yapmış, tekmeye kafa koymuş fakat son dakikada şampiyonluğu kaçırmış o futbolcuyu, bu şekilde kaçan bir şampiyonluktan sonra bile omuzlarda taşımaya devam etmeyenler, sadece başarıya endeksli, skordan başka birşey düşünmeyen bir yapının ortaya çıkmasının baş mimarlarından olacaklarını doğal olarak hesap edemezler. 

Tarih boyunca bu şekilde örnekleri saymakla bitmeyecek, senelerden beri sadece skor taraftarlığı yapan çoğu insana, kulüp taraftarlığının ne demek olduğunu hatırlatmaya çalışan bir adam 2004 yılında Türkiye’ye geldi.

Alexsandro de Souza isimli bu koşmayan (!) 10 numara, ilk geldiği sene 44 maçta 29 gol ve 20 asist ile birde koşsa ne olacak dedirterek bütün dengeleri alt üst etti ve Fenerbahçeyi şampiyonluğa taşıyan isim oldu.

Asist kralı olarak geri bıraktığı ilk sezonunun sonunda, arkasında “koşmuyor, koşmuyor” diye inleyen bir sürü futbol dehasının (!) leşini bırakan bu sessiz adam, 2005-2006 sezonunda 43 maçta 20 gol ve 27 asist ile özellikle asist performansını zirveye çıkarıp tekrar asist kralı olurken, artık sadece Fenerbahçenin değil, taraflı tarafsız herkesin saygısını kazanıyordu. Türkiye’de Yılın Futbolcu ödülüne layık görülen Alex, belkide Türk futbolunun bir dönemine damga vuracağından habersiz ödül töreninde poz veriyordu.

2006-2007 sezonunda ise 47 maçta 20 gol ve 21 asist ile başarılarını arttırarak devam eden ve Fenerbahçe’nin 100. Yılında şampiyon olan Alex, Türkiye Liginde de Fenerbahçenin ilk yabancı gol kralı olarak tamamladığı bu sezonla birlikte taraftarın gönlündeki yerini sağlamlaştırıyordu. Bir rivayete göre derlerki; eğer uslu bir çocuk olursan uzaktan belli belirsiz gelen “koşmuyor, koşmuyor” sesini duyabilirsin.

2007-2008 sezonunuda alışılageldiği gibi asist kralı olarak bitiren Alex, Fenerbahçe kaptanı olarak Şampiyonlar Liginde çeyrek final oynama başarısını gösteriyor ve bunu da gene aynı ligde asist kralı olarak taçlandırıyordu. Onun adı artık bütün Fenerbahçeliler için KrAlex’di.

2009-2010 sezonunda ise Fenerbahçe’nin Avrupra Kupaları tarihinde, en çok oynayan ve en çok gol atan futbolcusu olan Alex’in bu istatistiklerine, kendisi oynadıkça kıskançlıklarından çiftetelli oynayan çoğu futbol yorumcusuna attığı goller dahil değildir.

2010'da ise Fenerbahçe'nin tarihinde en çok forma giyen yabancı futbolcu özelliğini kazanmış olan futbolcunun, akıl sağlığını hala koruyabildiği için Türk Tabibler Odasından ayrıca bir ödül aldığı da kulislerde konuşulmaktadır.

2010’da Fenerbahçe’de lig tarihinde 100 gol barajını geçen ilk yabancı futbolcu ünvanını alan ve tek takımda bu başarıyı yakalayan ilk yabancı futbolcu olarak Türkiye 100’ler kulübüne giren Alex, Fenerbahçe’nin lig tarihinde 3000. golünü de attı. Ayrıca, 2010-2011 sezonunda Süper Lig ve Fenerbahçe tarihinde 4.kez asist kralı olan ilk ve tek yabancı futbolcu oldu. Bu sezon aynı zamanda gol kralı da olması sadece ufak bir ayrıntı olarak hafızalarda yer etti.

Böyle bir kariyerin sonucu olarak ister istemez diğer kulüplerin sembol isimleriyle karşılaştırılan Alex, sayısal olarak açık ara farklı Türkiye’ye gelmiş geçmiş en fayda sağlayan yabancı futbolcu olarak anılmaya başlandı.

“Bir Alex Değil” deyişinin neredeyse TDK’nın deyimler sözlüğüne girmesini sağlayan ve kendisinden sonra gelen bütün yabancıların kim olursa olsun gölgesinde kaldığı Alex, Fenerbahçe kariyerini 344 maçta attığı 172 gol ve yaptığı 139 asistle sonlandırmak zorunda bırakıldı.

Bu gibi örnekler tarihimiz boyunca pek çok alanda karşımıza çıkar. Sultan Dördüncü Murad, daha 17. yüzyılda planör yapıp uçmayı başaran Hezârfen Ahmed Çelebi’yi ve ilk “roket adam” Lagâri Hasan Çelebi’yi Cezayir’e sürgüne gönderirken, arkalarından tarihte güç sahibi olan çoğu insanın kendinden güçlü olabileceğine inandığı insanlara karşı hissettiklerini anlatan bu tarihi sözleri sarfediyordu.

Bu adam her istediğini yapabilir. Böylelerini uzaklaştırmak gerek.”

Tarihin bize gösterdiği başka bir gerçek ise, güç odakları ne yaparlarsa yapsınlar, halkın gerçek anlamda sevdiklerinin yüzyıllar sonra bile gereken saygıyı görmesi, zamanı geçen zorbaların ise tarihin tozlu sayfalarında kalmaya mahkum olmasıdır. Aynı Hazerfan ve Hasan Çelebilerin şu anda gereken saygıyı görüyor olması gibi.

Neyseki Alex bu kadar beklemedi ve Yoğurtçu parkına heykeli dikilerek taraftar tarafından ölümsüzleştirildi.

Özellikle son dönemlerinde yaşı, saha dışı davranışları, teknik direktörüyle arasında oluşan kocaman yanlışlar ve yönetimin yıldırım çıkışları sebebiyle pek çok eleştiri alan Alex’in bu psikoloji altında yaptığı bazı yanlışlar da gidişine bahane oldu.

Alex, özellikle 35 yaş altı jenerasyonun aklı başında seyrettiği tek efsaneydi. O yüzden Lefter ile olan buluşması taraftarının iki sevgilisinin randevusu olarak seyredildi. Türk futbolu çok futbolcunun gidişini gördü ama yakın zamanda bir efsaneyi hiç giderken görmemişti. Belkide bu yüzden tarihte ilk defa, deyim yerindeyse “kovulan” bir futbolcunun evinin önüne binlerce taraftar akın edip destek oldu.

Taraftar uzun yıllar sonra ilk defa bir futbolcuya gerçekten sevdayla bağlanmıştı. Bu sevgilerini de havalimanında sevgililerini havai fişeklerle uğurlayarak gösterdiler. 

Sevgili Lefter'lerini yakın zamanda ebediyete uğurlayan Fenerbahçe taraftarı, bir diğer sevgililerini ise gurbete yolladılar. O'nu gönderirken ağlasalar da yüzlerinde kocaman bir gülümseme ve yüreklerinde kocaman bir teşekkürle sevdalarına sahip çıktılar.   

Ne de olsa ayrılık da sevdaya dahildi, ayrılanlar ise hala sevgili... 

Güle Güle Alex.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Mezarlık



Fenerbahçenin tarihi 1907'ninde öncesine, 1899 yılında kurulan Black Stocking FC'ye kadar gider. Atatürk sazı eline almadan önce işgal kuvvetlerine karşı insanların yegane umudu olan bu takım ve içinden yetiştirdiği gençler, bu çığ gibi büyüyen umudu da arkalarına alarak milyonlarca taraftarı olan bir kulüp haline geldiler. Bugün, Türkiye'de futbol bu kadar seviliyorsa bunda en büyük etken, işgal dönemindeki toplumun hissettiği ezilmişliğin karşısına, toprak sahalarda çamurun içinde harmanlanan bir direnişin çıkartılabildiği yegane alan olmasıdır.

Bir takım büyük olmak istiyorsa arkasında muhakkak ideolojik, sosyal veya herhangi bir fikir olması gerekir. İnsanlar bir fikrin etrafında toplanırken, o fikri temsil ettiğine inandıkları takımlarının çevresinde de toplanmaya başlarlar. Nasıl ki Barselona bir Katalan direnişi, Real Madrid bir İspanyol faşizminin temsilcisiyse, Liverpool işçi sınıfını ve solu, Chelsea zengin sınıfını ve sağı temsil ediyorsa, Fenerbahçe'de halkı ve direnişi temsil eden bir kulüptür. Işte bu yüzden de büyük kulüp olarak geçer. Büyük kulüp olmak şampiyon olarak değil, insanların fikirlerine tercüman olabilmekten geçer.

Böyle bir tarihe sahip takımların yöneticileri ve oyuncularının ise diğer futbol takımlarındaki görevdaşlarından çok daha büyük bir sorumluluğu vardır. Bu sorumluluğa göre davranmayan kişiler sadece kulübe değil, yazılmış bir tarihe de zarar verirler. Takımının heykeli dikilen futbolcusunu toplantıya çağırdığında Hooijdonk için ileri geri konuşabiliyorsan, diğer efsanelere de saygısızlık yapmış olursun. Bir hareketinle Lefter'i, Can'ı, Cemil'i harcarsın. Kulübü bu şekilde köklerinden koparırsanda ilk çıkan fırtınada tutunacak bir dal bulamayacağın için oradan oraya savrulur durursun.

Kulübün savrulurken, teknik direktörün ropörtaj bile veremeyecek duruma gelir, soyunma odasından „küstüm oynamıyorum“ diye çıkarken, iki aydır Türkiye'de olan elin Hollandalısı arkasından koşarak beline sarılıp geri getirtir. Takım içerisinde para ile sağladığın otoriten gün gelir işlemez olur. Fenerbahçe'ye gelmiş en iyi yabancı oyuncuya tarihte görülmemiş bir jübile yapacağına, zamanında karar vermekten korktuğun için uzatmalı bir sene daha oynatıp sonra da kadro dışı bırakırsın. Taraftarın gözünde efsana statüsüne çoktan yükselmiş oyuncun için „o, efsane değil“ diyerek milleti kendine güldürürsün...

Ve en kötüsü,

100 yıldan daha yaşlı bir kulübü, umudu, direnişi, efsaneyi devletle olan sürtüşmen için silah olarak kullanır, seni büyük kulüp yapan bütün değerleri teker teker harcayarak, papazın çayırında ingiliz ve fransızları sahaya gömen Fuad Hüsnü Kayacan ve oyuncuların bile ahını alırsın.

Fenerbahçe, ne kimsenin silahı, ne de bankasıdır.

İslam Çupi'nin dediği gibi:

''Türkiye'de Fenerbahçe Amerika'dir,öbür kulüpler bütün dünya...Bütün
dünyada darbeler bir kelle düşürüp yerine başka kelle koyabilir,
sosyalizm, komünizm beklenmeyen yumuşama resitalinin tuşlarına doğru
parmak uzatabilir, utanç duvari, özgürlük kuleleri, yıldızı tek ve
kırmızı saraylar yerle bir edilebilir, dünya döner, yaşam bir başka
biçimde çığlıklar atar sabahlara...Ama paranın tek sahibi giderse, hayat
biter. O zaman dünya rekabeti değil, dünya mezarlığı kurulur bu yaşı
başı belirsiz yuvarlak kürede...''

Türkiye'de Fenerbahçe'yi büyük yapan değerler peşkeş çekildiği sürece bir kültür mezarlığından başka birşey göremeyiz. Aziz başta olduğu sürecede bize görecek başka bir gelecek de yok gibi gözüküyor.