Hayatta aldığımız kararların ne kadarı bize ait hiç düşündünüz mü?
Ne giydiğimiz, ne yediğimiz, tatilde nereye gittiğimiz ve
hatta ne düşündüğümüze kadar herşey dış etkenler tarafından yönlendiriliyormuş
gibi hissetmiyor musunuz?
Zaman içerisinde herşey değişiyor veya değiştiriliyor.
80’lerden bir film izlediğimiz zaman kadınların arslan yelesi
gibi kıvır kıvır permalı saçlarını görünce, günümüzde neden bu saçlarla dolaşan
kadınların olmadığını kendinize sordunuz mu?
Günümüzde kız arkadaşınıza veya sevgilinize bu fotoğraftaki
kadınların saçının aynısını yaptırması için baskı kurarsanız, bir insanı
intihara meyil ettirmekten dolayı sizi içeri atacaklarından kuşkunuz olmasın.
Ya bu fotoğraftaki bıçkın delikanlılara ne demeli? 80’lerde
insanlar bu saçlara sahip olmak için kuaförlerde sıraya girerken, şimdi bu saçı
yaptırtacak kaç erkek bulabilirsiniz? Berbere söyleseniz paranızla dayak
yersiniz.
Teker teker erkeklere sorsak kendi zevkleri neticesinde kısa
saçla dolaştıklarını söylerler ama 70’lerde yaşasalardı, çenelerine kadar
inecek olan favorileriyle gene aynı şeyi söyleyebilecekler miydi bilemiyorum.
Hatırlarsınız belki, geçtiğimiz senelerde bir Ugg furyası
almış başını gidiyordu. Hani, şu ayı patisine benzeyen ve hemen hemen bütün
teenage ve genç kadınların ayaklarında gördüğümüz posttan bozma botdan
bahsediyorum.
Tarkan’ın da varmış... Neyse, o başka bir yazı konusu olur.
Bundan 10 sene önce, o botları herhangi birisine giydirmeye
çalışsam ne gibi tepkilerle karşılaşacağımı hayal bile edemiyorum.
Her dönemin bir tarzı ve bu tarza uygun davranışları oluyor.
Değişmeyen tek şeyin değişim olduğu mottosuna bağlı
kaldığımızda tabii ki değişimin olması çok doğal fakat, asıl soru şu; bu
değişim kimler tarafından yönetiliyor?
Kabul edelim ya da etmeyelim insanoğlu yönlendirilmeye
oldukça açık bir varlık. Toplum psikolojisine anında uyum sağlayarak,
kitlelerin ortak bilinciyle hareket etme dürtümüz bizim doğamızda var. Bu dürtünün
farkında olan güç odaklarının bundan oldukça iyi yararlandıkları da su götürmez
bir gerçek.
Bu güç odakları tabii ki sadece insanların nasıl
giyindiklerini kontrol etmek için bunu uygulamıyorlar. Asıl amaçları, insanları
yönlendirerek istedikleri dünya düzenini uygulamaya koymak.
Türkiye tarihinde de bu yönlendirmelere pek çok örnek teşkil
eden olay bulabiliriz.
Demokrat Partisi yanlısı Ekspres gazetesinin 6 Eylül 1955
baskısında Atatürk’ün Selanik’teki evinin Yunanlılar tarafından bombalandığı haberi
verildi ve İstanbul'da yaşayan gayrimüslimler bir haberle hedef haline
getirildi. Halk, ellerinde kazma, küreklerle gayrimüslimlerin işyerlerini ve
evlerini yakıp yıktı. Bununla da kalmayıp gayrimüslim kadınların bile üzerinde
ziynet eşyaları yağmalandı. Dükkanların ve evlerin durumunu söylememe gerek yok
sanırım.
Bu olayların sonucunda Türkiye’de yaşayan binlerce Rum
yurtdışına kaçtı. 1925’de 100.000 olan Rum nüfusu, 2006’da 2500’e kadar düştü.
Bir gazetenin attığı başlıkla, sorgulamadan, dinlemeden
geleyana gelen insanlar, bir ülkenin kaderini değiştirdi.
Olayı bir bütün olarak değerlendirip büyük resmi görmeye
çalıştığımızda iki konu dikkat çekiyor.
1)
Tirajı 20 bin civarında olan Ekpres gazetesi o
gün 290 bin basıldı. 'Kıbrıs Türktür Derneği' üyeleri, basılan yüz binlerce
gazeteyi bütün İstanbul'da dağıttı.
2)
Yağmalayan halkın hatırı sayılır bir kısmı
İstanbul dışından gelmişti.
Durup dururken hangi gazete kendi trajının neredeyse 15 katı
kadar gazete basıp dağıtır?
Cevap belli: “Bunu planlamış olan bir gazete.”
Sene 1955 ve ulaşım olanakları meydanda. Diyelimki bir kişi
Adana’da. Bu kişi haberi alıp, İstanbul’a gelene kadar zaten 2 gün geçer fakat,
bu olaylar gazete yayınlandıktan hemen sonra başladı.
Demek ki, bu insanların daha önceden bilinçli bir şekilde
İstanbul’a getirtildiği çıkarmını yapımamız zor olmaz.
Biraz düşünen, sorgulayan bir insanın bu çıkarımları yapması
işten bile değilken, hala insanların salak yerine koyulduğu bir dünyada
yaşamamız ne kadar acı.
Burada insanların genelinin komplo teorisi olarak gördükleri
konularda atıp tutmak istemiyorum. Bu konulara daha sonra belki gireriz ama
size de 11 Eylül, Saddam, Ladin,
savaşlar... hepsi, bir oyunun parçası gibi gözükmüyor mu?
Sistem, bizi yönlendiren güç odaklarının isteği doğrultusunda
kurulmuş durumda ve çarkların dışına çıkmaya çalıştığınızda ya paranoyak, ya da
suçlu ilan ediliyorsunuz.
Matrix filmini büyük ihtimalle izlemişsinizdir. Sisteme
karşı gelmeye başlayan Neo’nun neden durup dururken ağzını kapadıklarını
düşündünüz mü?
Bağırmasın diye mi?
Adamlar binalardan zıplıyorlar, heryerde ateş ediyorlar,
sonra da adamın teki bağırmasın diye ağzını kapatıveriyorlar değil mi? Kusura
bakmayın ama ben olaya bu kadar safça bakmıyorum.
Simgesel anlamlara baktığımızda, sisteme karşı gelirsen
susturulursun mesajı bize gönderiliyor.
Tabii, bir de kırmızı hapı alıp sistemle bağlarını tamamiyle
kopardıktan sonra insanın neye dönüşebileceğinin simgesel bir anlatımı da var.
O da aşağıda. Buyrun:
Hepimiz sistemin dışına çıkıp havalarda uçalım demek
istemiyorum fakat, önümüze konulanları süzgeçten geçirerek değerlendirmemizin
gerekli olduğunu düşünüyorum.
Tarih, insanların yanlış yönlendirilmeleri sonucunda ortaya
çıkan katastrofik olaylarla doludur.
Sene 1914, yer
Saraybosna. Avusturya Arşidükü Ferdinand her ne hikmetse Saraybosna’ya bir
ziyaret düzenledi. Bosna'daki Sırp terörist grupların bir suikast hazırlığı
içinde olabileceği duyumları gelse de, bu durumlar Ferdinand ile hiçbir zaman
paylaşılmadı.
Ferdinand ve eşi
Saraybosna’ya tren ile geldiler ve daha sonra üstü açık bir arabayla şehri
gezmeye başladılar. Sırp teröristler, arabanın ileyeceği yolun güzergahını ne
yapıp edip öğrenmişler ve pusuyu kurmuşlardı.
Ferdinand, tabiiki tek
başına gezmiyordu. Bir araç konvoyu ile şehirin merkezine giderken sırp teröristler
konvoya doğru bir el bombası fırlattılar fakat, güzergahı öğrenebilen Sırp’lar
Ferdinand’ın hangi arabada olduğu bilgisini atlamış (!) oldukları için gidip
yanlış arabayı bombaladılar.
Konvoyda yaralananlar
olmasına rağmen Ferdinand turun devam etmesini istedi. Derken, konvoy şehir
merkezine girdi ve Ferdinand beklenen konuşmasını yaptı. Dönüş yolunda ise
beklenmedik birşey oldu.
Ferdinand’ın arabası
yanlış yöne saptı.
Şansa bakın ki, arabanın
yanlış yöne döndüğü o sokağın tam köşesinde Ferdinand’ın Princeps isimli ölümü
onu bekliyordu. Silahındaki bütün mermileri Ferdinand ve eşinin üzerine kustu.
Birinci Dünya Savaşı da
böylece başladı.
Bomba atılıyor ama
herşeye rağmen programa devam ediliyor, daha sonra da yanlış yola sapılıyor ve
tam da o yanlış yolun köşesindeki Sırp, Ferdinand’ı öldürüyor.
Ne kadar büyük bir
tesadüf değil mi?
Peki, insanlar Birinci
Dünya Savaşında ne diye savaşa gönderiliyor?
Ülkelerini korumaları
için.
Sizce olayın
başlangıcının herhangi bir ülkenin korunmasıyla bir alakası mı var yoksa işin
içinde başka çıkarlar mı bulunuyor?
Olayın çıkışının
absürdlüğü bile bu soruyu kendiliğinden cevaplıyor aslında.
Tarih boyunca insanları
kendi çıkarları için yönlendirdiler. İnsanlar da sorgulamadan, bilgi sahibi
olmadan koyun misali buna boyun eğdiler.
Bunun önüne geçebilmenin
tek yolu bilgi sahibi olmak, herşeye körü körüne inanmamak ve
sorgulamaktan geçiyor.
Ne kadar çok insan
sorgulamaya başlarsa, uzaktan kumandanın pilleri o kadar çabuk biter.
İnsanlığın bir gün kendi
kaderini çizebileceğine inanıyorum.
Ama, bugün değil...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder