7 Eylül 2011 Çarşamba

Uzaktan Kumanda


Hayatta aldığımız kararların ne kadarı bize ait hiç düşündünüz mü?

Ne giydiğimiz, ne yediğimiz, tatilde nereye gittiğimiz ve hatta ne düşündüğümüze kadar herşey dış etkenler tarafından yönlendiriliyormuş gibi hissetmiyor musunuz? 

Zaman içerisinde herşey değişiyor veya değiştiriliyor. 

80’lerden bir film izlediğimiz zaman kadınların arslan yelesi gibi kıvır kıvır permalı saçlarını görünce, günümüzde neden bu saçlarla dolaşan kadınların olmadığını kendinize sordunuz mu?

 
Günümüzde kız arkadaşınıza veya sevgilinize bu fotoğraftaki kadınların saçının aynısını yaptırması için baskı kurarsanız, bir insanı intihara meyil ettirmekten dolayı sizi içeri atacaklarından kuşkunuz olmasın.



Ya bu fotoğraftaki bıçkın delikanlılara ne demeli? 80’lerde insanlar bu saçlara sahip olmak için kuaförlerde sıraya girerken, şimdi bu saçı yaptırtacak kaç erkek bulabilirsiniz? Berbere söyleseniz paranızla dayak yersiniz. 

Teker teker erkeklere sorsak kendi zevkleri neticesinde kısa saçla dolaştıklarını söylerler ama 70’lerde yaşasalardı, çenelerine kadar inecek olan favorileriyle gene aynı şeyi söyleyebilecekler miydi bilemiyorum.

Hatırlarsınız belki, geçtiğimiz senelerde bir Ugg furyası almış başını gidiyordu. Hani, şu ayı patisine benzeyen ve hemen hemen bütün teenage ve genç kadınların ayaklarında gördüğümüz posttan bozma botdan bahsediyorum. 

Tarkan’ın da varmış... Neyse, o başka bir yazı konusu olur.

Bundan 10 sene önce, o botları herhangi birisine giydirmeye çalışsam ne gibi tepkilerle karşılaşacağımı hayal bile edemiyorum.

Her dönemin bir tarzı ve bu tarza uygun davranışları oluyor.

Değişmeyen tek şeyin değişim olduğu mottosuna bağlı kaldığımızda tabii ki değişimin olması çok doğal fakat, asıl soru şu; bu değişim kimler tarafından yönetiliyor?

Kabul edelim ya da etmeyelim insanoğlu yönlendirilmeye oldukça açık bir varlık. Toplum psikolojisine anında uyum sağlayarak, kitlelerin ortak bilinciyle hareket etme dürtümüz bizim doğamızda var. Bu dürtünün farkında olan güç odaklarının bundan oldukça iyi yararlandıkları da su götürmez bir gerçek.
Bu güç odakları tabii ki sadece insanların nasıl giyindiklerini kontrol etmek için bunu uygulamıyorlar. Asıl amaçları, insanları yönlendirerek istedikleri dünya düzenini uygulamaya koymak.

Türkiye tarihinde de bu yönlendirmelere pek çok örnek teşkil eden olay bulabiliriz.



Demokrat Partisi yanlısı Ekspres gazetesinin 6 Eylül 1955 baskısında Atatürk’ün Selanik’teki evinin Yunanlılar tarafından bombalandığı haberi verildi ve İstanbul'da yaşayan gayrimüslimler bir haberle hedef haline getirildi. Halk, ellerinde kazma, küreklerle gayrimüslimlerin işyerlerini ve evlerini yakıp yıktı. Bununla da kalmayıp gayrimüslim kadınların bile üzerinde ziynet eşyaları yağmalandı. Dükkanların ve evlerin durumunu söylememe gerek yok sanırım.

 
Bu olayların sonucunda Türkiye’de yaşayan binlerce Rum yurtdışına kaçtı. 1925’de 100.000 olan Rum nüfusu, 2006’da 2500’e kadar düştü.

Bir gazetenin attığı başlıkla, sorgulamadan, dinlemeden geleyana gelen insanlar, bir ülkenin kaderini değiştirdi.
Olayı bir bütün olarak değerlendirip büyük resmi görmeye çalıştığımızda iki konu dikkat çekiyor.

         1)      Tirajı 20 bin civarında olan Ekpres gazetesi o gün 290 bin basıldı. 'Kıbrıs Türktür Derneği' üyeleri, basılan yüz binlerce gazeteyi bütün İstanbul'da dağıttı.
         2)      Yağmalayan halkın hatırı sayılır bir kısmı İstanbul dışından gelmişti.

Durup dururken hangi gazete kendi trajının neredeyse 15 katı kadar gazete basıp dağıtır? 

Cevap belli: “Bunu planlamış olan bir gazete.”

Sene 1955 ve ulaşım olanakları meydanda. Diyelimki bir kişi Adana’da. Bu kişi haberi alıp, İstanbul’a gelene kadar zaten 2 gün geçer fakat, bu olaylar gazete yayınlandıktan hemen sonra başladı. 

Demek ki, bu insanların daha önceden bilinçli bir şekilde İstanbul’a getirtildiği çıkarmını yapımamız zor olmaz.
Biraz düşünen, sorgulayan bir insanın bu çıkarımları yapması işten bile değilken, hala insanların salak yerine koyulduğu bir dünyada yaşamamız ne kadar acı.

Burada insanların genelinin komplo teorisi olarak gördükleri konularda atıp tutmak istemiyorum. Bu konulara daha sonra belki gireriz ama size de  11 Eylül, Saddam, Ladin, savaşlar... hepsi, bir oyunun parçası gibi gözükmüyor mu?

Sistem, bizi yönlendiren güç odaklarının isteği doğrultusunda kurulmuş durumda ve çarkların dışına çıkmaya çalıştığınızda ya paranoyak, ya da suçlu ilan ediliyorsunuz. 



Matrix filmini büyük ihtimalle izlemişsinizdir. Sisteme karşı gelmeye başlayan Neo’nun neden durup dururken ağzını kapadıklarını düşündünüz mü? 

Bağırmasın diye mi? 

Adamlar binalardan zıplıyorlar, heryerde ateş ediyorlar, sonra da adamın teki bağırmasın diye ağzını kapatıveriyorlar değil mi? Kusura bakmayın ama ben olaya bu kadar safça bakmıyorum.

Simgesel anlamlara baktığımızda, sisteme karşı gelirsen susturulursun mesajı bize gönderiliyor. 

Tabii, bir de kırmızı hapı alıp sistemle bağlarını tamamiyle kopardıktan sonra insanın neye dönüşebileceğinin simgesel bir anlatımı da var. O da aşağıda. Buyrun:



Hepimiz sistemin dışına çıkıp havalarda uçalım demek istemiyorum fakat, önümüze konulanları süzgeçten geçirerek değerlendirmemizin gerekli olduğunu düşünüyorum.

Tarih, insanların yanlış yönlendirilmeleri sonucunda ortaya çıkan katastrofik olaylarla doludur.

Sene 1914, yer Saraybosna. Avusturya Arşidükü Ferdinand her ne hikmetse Saraybosna’ya bir ziyaret düzenledi. Bosna'daki Sırp terörist grupların bir suikast hazırlığı içinde olabileceği duyumları gelse de, bu durumlar Ferdinand ile hiçbir zaman paylaşılmadı.

Ferdinand ve eşi Saraybosna’ya tren ile geldiler ve daha sonra üstü açık bir arabayla şehri gezmeye başladılar. Sırp teröristler, arabanın ileyeceği yolun güzergahını ne yapıp edip öğrenmişler ve pusuyu kurmuşlardı.

Ferdinand, tabiiki tek başına gezmiyordu. Bir araç konvoyu ile şehirin merkezine giderken sırp teröristler konvoya doğru bir el bombası fırlattılar fakat, güzergahı öğrenebilen Sırp’lar Ferdinand’ın hangi arabada olduğu bilgisini atlamış (!) oldukları için gidip yanlış arabayı bombaladılar. 

Konvoyda yaralananlar olmasına rağmen Ferdinand turun devam etmesini istedi. Derken, konvoy şehir merkezine girdi ve Ferdinand beklenen konuşmasını yaptı. Dönüş yolunda ise beklenmedik birşey oldu.

Ferdinand’ın arabası yanlış yöne saptı.

Şansa bakın ki, arabanın yanlış yöne döndüğü o sokağın tam köşesinde Ferdinand’ın Princeps isimli ölümü onu bekliyordu. Silahındaki bütün mermileri Ferdinand ve eşinin üzerine kustu.

Birinci Dünya Savaşı da böylece başladı.

Bomba atılıyor ama herşeye rağmen programa devam ediliyor, daha sonra da yanlış yola sapılıyor ve tam da o yanlış yolun köşesindeki Sırp, Ferdinand’ı öldürüyor.

Ne kadar büyük bir tesadüf değil mi?

Peki, insanlar Birinci Dünya Savaşında ne diye savaşa gönderiliyor?

Ülkelerini korumaları için.

Sizce olayın başlangıcının herhangi bir ülkenin korunmasıyla bir alakası mı var yoksa işin içinde başka çıkarlar mı bulunuyor?

Olayın çıkışının absürdlüğü bile bu soruyu kendiliğinden cevaplıyor aslında.

Tarih boyunca insanları kendi çıkarları için yönlendirdiler. İnsanlar da sorgulamadan, bilgi sahibi olmadan koyun misali buna boyun eğdiler.  

Bunun önüne geçebilmenin tek yolu bilgi sahibi olmak, herşeye körü körüne inanmamak ve
sorgulamaktan geçiyor.

Ne kadar çok insan sorgulamaya başlarsa, uzaktan kumandanın pilleri o kadar çabuk biter.

İnsanlığın bir gün kendi kaderini çizebileceğine inanıyorum.

Ama, bugün değil...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder