12 Eylül 2011 Pazartesi

Evrim

Yaradılış hakkında hangi teoriye inanırsanız inanın, insan beyninin ilkel bir bölümü olduğunu ve insanın, beyninin bu kısmıyla devamlı bir mücadele içinde olduğu konusunda hemfikirsinizdir.

Dünya üzerinde kendi doğası ile kavga halinde olan tek canlı insandır. Diğer canlıları incelediğimiz zaman, hepsinin doğada kendi rolü çerçevesinde ve içgüdüleriyle yaşadığını görebiliriz. Örneğin, bir etobur, doğduğundan itibaren etoburdur. Bunu sonradan öğrenmez. Örneğin; ortam koşulları ne olursa olsun şu anki düzende otlayan arslan yavruları görmeniz mümkün değildir.

Nasıl, uçamayan kuş, koşamayan çita yoksa, kendi doğasına aykırı hareket eden ve rolünün dışında bir hayat süren canlıyla da karşılaşamazsınız.

İnsan hariç.

Yapılan bilimsel araştırmalara göre, depresyonun en önemli sebeplerinden biri, insanın stres altında kendi doğasının gerektirdiği şekilde davranamamasıdır.

İnsan, evriminin ilk çağlarında, herhangi bir stres altındayken, ki bu stres o zamanlar için genel de ölüm korkusuydu, fiziksel tepkiler vererek hayatta kalmaya çalışıyordu.

Bu tepkilerin en başta geleni adrenalin salgılamasıdır.

Adrenalin salgısı sonucunda da; gözbebeklerinin büyümesi (daha iyi görüş için), kalbin daha hızlı atması (harekete geçmeye hazır vücuda daha fazla kan pompalanması için), tüylerin diken diken olması (tetikte olma duygusu) ve kasların normal bir duruma göre daha seri veya atik çalışması (kaçmak için) gibi etkiler görülür.
Anlaşılacağı üzere, stres altında verilen tepkiler vahşi ortamda hayatta kalabilmek için insan bedeninin geliştirdiği fiziksel savunma mekanizmalarıdır.

Günümüzde de stres altındayken vücudumuzun gösterdiği tepkiler aynıdır fakat, özellikle modern şehir hayatında yaşayan insanlar için stresin kaynağı fiziksel olmaktan ziyade zihinsel ve ruhsal olduğu için bu tip fiziksel etiklerin faydadan çok zararı dokunur.

Patronunuz veya müdürünüz size bağırıp çağırdığında eğer peşinden koşup, uçarak üzerine atlamayacaksanız, iyi bir görüşe veya kasların daha iyi çalışmasına ihtiyaç yoktur fakat, siz stres yüklendiğiniz için vücudunuz sanki bunları yapacakmışsınız gibi tepkiler verir. 

Kısacası, stres sonucunda bir enerji birikimi olur ve sizde bunu dışarı atamadığınız için rahatsız olursunuz. Bu enerjiyi atamayan bünyede zamanla belirli rahatsızlar çıkması kaçınılmaz olur.


Japonya’da sırf bu yüzden, istediğiniz gibi etrafı kırıp dökebildiğiniz stres atma merkezleri kurulmuştur.

Modern yaşamın insana verdiği en büyük zarar, insanın kendi doğasına aykırı ortamlarda bulunmasına sebep olmasıdır. Günümüz dünyasında, insanın yaşam standartlarını koruması için para kazanması gereklidir. Para kazanmak için de büyük bir çoğunluğun belirli bir işte çalışması zorunludur.

Özelikle, kapitalizm etkisindeki ekonomik düzenin yayılmasından itibaren insanların büyük bir kısmı bu şekilde bir hayat yaşamaya başladı. 1950’deki 1$ ‘ın şuanda yaklaşık olarak 21$’a eşit olduğu göz önüne alındığında, buna bağlı olarak alım gücünün hızla düşmesi sonucu, sadece erkeğin çalışıp eve para getirdiği ataerkil düzenden, evdeki her bireyin çalışıp bütçeye katkı yaptığı çağımızın düzenine doğru hızlı bir geçiş yaptık. Bunun sonucu olarak da çalışan nüfus katlanarak artma eğilimi gösterdi. Avrupa Birliğinde 2009 yılı sonunda sadece çalışan kadınların toplam kadın nüfusuna oranı %63.9’du.

Çoğumuz kayıtlı veya kayıtdışı olarak çalışıyoruz ve yaradılışımızda olmayan pek çok davranışı sergilemek zorunda bırakılıyoruz. Bunun sonucunda da kaçınılmaz olarak birey ve buna bağlı olarak da toplum psikolojimiz hızla bozuluyor.

İnsan odaklı olmaktan ziyade, ürün-satış odaklı işyerlerinde çağdaş köle zihniyetinde patronların onlar için layık bulduğu ücretlerle çalışmak zorunda kalan milyonlarca insan, hayatını idame ettirmek için gün geçtikçe zorlaşan bir yaşam mücadelesi vermek zorunda kalıyor.

İnsanların yaratıcılıkları daha çocukken yapılan yönlendirmelerle öldürülüyor. Herkes doktor veya mühendis olmak zorundaymışçasına bir yarış içerisinde, çoktan seçmeli olup kendi sorularının doğrularını bile seçebilmekten aciz sınavlarla insanlara roller biçiliyor.

Bu rollere uyamayanlar da sistemin çarkları içerisinde parçalanıp gidiyor.

Mevcut sistem insanların kendi yeteneklerini keşfetmesine izin vermiyor. Sadece çalış, daha çok çalış mottosu insanlara aşılanarak, okul zamanında derslere, iş hayatında da yaratıcılıktan uzak, benmerkezci bireyler yerişmesine sebep oluyor.

Oracle şirketinin kurucusu olan Larry Ellison’un Yale universitesinde yaptığı tarihi bir konuşma var. Okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

İşte o konuşma:
"Yale Üniversitesi mezunları, daha önce böyle bir giriş görmediğiniz için özür dilerim ama benim için bir şey yapmanızı istiyorum. Lütfen, etrafınıza iyi bir bakın. Solunuzdaki sınıf arkadaşınıza bir bakın. Sonra sağınızdaki sınıf arkadaşınıza bir bakın.
Ve şimdi sunu aklınıza koyun:
Bundan beş yıl sonra, on yıl sonra, hatta otuz yıl sonra, solunuzdaki kişi hiçbir şeyi başaramamış olacak. Sağınızdaki kişi de aslında hiçbir şey başaramamış olacak.
Ve siz, ortadaki? Ne bekliyorsunuz?
Siz de başaramayacaksınız. Başaramayacaksınız.
Aslında bugün söyle bir etrafıma baktığımda parlak gelecek için yüzlerce umut ışığı göremiyorum. Yüzlerce değişik endüstride liderliği ele alacak kişiler de göremiyorum. Görebildiğim tek şey, geleceği başarısızlıktan başka bir şey olmayacak yüzlerce insan. O kadar.
Sinirlendiniz. Bu anlaşılabilir bir şey.
Ben, Lawrence -Larry- Ellison üniversite terk, kim oluyorum ve bu yetkiyi nerden alıyorum ki, ülkenin en prestijli yükseköğrenim kurumunun bu yılki mezunlarına böyle şeyler söyleyebiliyorum?
Bu yetkiyi nereden aldığımı söyleyeyim:
Çünkü ben, Lawrence -Larry- Ellison, üniversite terk ve dünyanın en zengin ikinci adamıyım. Siz değilsiniz.
Çünkü Bill Gates, o da üniversite terk ve dünyanın -şimdilik- en zengin adamı.
Siz değilsiniz.
Çünkü Paul Allan, o da üniversite terk ve dünyanın en zengin üçüncü adamı. Siz değilsiniz.
Başka örnekler de var. Mesela Michael Dell, o listede 9 numara ve yukarı doğru hızla tırmanıyor, o da üniversite terk. Ve siz o listede hala yoksunuz.
Himmm... Şimdi çok kızdınız. Bu da anlaşılabilir. O halde biraz da egolarınızı okşamama izin verin.
Pek çoğunuz burada dört ya da beş yıl eğitim gördünüz. Önünüzdeki yıllar için epey iyi bir eğitim aldınız, bilmeniz gereken pek çok şeyi öğrendiniz. İyi çalışma alışkanlıkları edindiniz. Burada size o önünüzdeki yıllar boyunca yardımcı olacak bir sürü insan tanıdınız, onlarla bağlantı kurdunuz. Ve hayat boyunca yanınızdan ayrılmayacak bir kelimeyle güçlü bir ilişkiniz oldu burada: Terapi.
Bunların hepsi güzel şeyler.
Ama gerçekte, o kurduğunuz arkadaşlık başlantılarına fena halde ihtiyacınız olacak. O çalışma alışkanlığına ve terapi ye de ihtiyaç duyacaksınız hayat boyu. İhtiyacınız olacak, çünkü üniversiteyi terk etmediniz. Dolayısıyla asla dünyanın en zengin insanlarının arasına katılamayacaksınız. Elbette, belki de listeye 10 ya da 11. sıradan, Microsoft yöneticisi Steve Ballmer gibi, girebilirsiniz. Ama herhalde onun kimin için çalıştığını söylememe gerek yok, değil mi? Sadece kayda geçsin diye söylüyorum, o da zaten master sınıfından terk. Biraz geç kalmış anlayacağınız.
Son olarak, herhalde bazılarınız ya da umarım bu konuşmadan sonra çoğunuz kendi kendinize soruyorsunuz:
"Yapabileceğim bir şey var mi? Bir umudum var mı?"
Maalesef hayır. Çok geç kaldınız. İçinize çok şey dolduruldu, siz onlara bakıp çok şey bildiğinizi sanıyorsunuz. Artık 19 yaşında değilsiniz.
Eveeet, şimdi gerçekten çok kızdınız. Bu anlaşılabilir bir şey. Belki de şu an, size bir umut ışığı vermenin, bir çıkış yolu göstermenin tam zamanıdır.
Hayır, 2000 mezunları size değil. Siz kaybettiniz. Sizi, yılda 200 bin dolarlık komik maaş çeklerinizle baş başa bırakıyorum. Üstelik o maaş çekinin üstünde sizden birkaç yıl önce okulu terk etmiş birinin imzası olacağını söyleyerek.
Öğütlerim size değil daha alt sınıfta okuyanlara.
Size söylüyorum:
Hemen ayrılın.
Daha güçlü söyleyemem:
Ayrılın...
Hemen toplayın eşyalarınızı ve fikirlerinizi ve bir daha geri dönmeyin. Terk edin. Her şeye yeniden başlayın.
Size söyleyebileceğim tek şey, o başınızdaki kepler ve kıyafetin sizi aynen şu güvenlik görevlilerinin beni kürsüden aşağı çektiği gibi aşağı çektiği...
"

Bu konuşmanın ana fikrini yanlış özümseyip, haydi hepimiz okullardan ayrılalım, eğitim-öğretim’de neymiş diyerek gaza gelecek arkadaşlar fazla heyecana kapılmasınlar. Burada asıl anlatılmak istenen, mevcut düzen içerisinde eğitim veren okulların, öğrencinin kendisinden uzaklaşmasını sağlaması ve bunun sonucunda diploması süslü birer robota döndürülme sürecine verilen tepkidir.

Evrim sürecini yukarıdaki resimde görüldüğü gibi şekillendiren güç odaklarının yapmaya çalıştıkları, sorgulamayan, hayatını sürdürme gayesiyle benliğinden uzaklaşan insan toplulukları yaratmak ve bu amaçla istekleri doğrultusunda onları kullanmaktır.

Düşünün; bir veya iki kuşak önce kaç kişi evsahibiydi? Şimdi çevrenizdeki kaç kişinin kendine ait evi var? 

Aldığınız maaşla kaç yılda ev alabilirsiniz?

Peki, ne için çalışıyorsunuz?

Ay sonunda kredi kartı ekstrenize baktığınızda ne görüyorsunuz? Sadece kendinizi mutlu etmek için aldığınız garip tüketim mallarına harcadığınız paraların borç vadeleri haricinde, kalıcı olarak elinizde kalan uzun vadeli bir değeriniz var mı?

Bütün bu soruların cevapları çoğu insan için aynıdır ve bu cevaplar çok da içaçıcı değildir.

Kısır döngüden kurtulabilmenin tek yolu kendini geliştirmek ve yeteneklerinin farkına varmaktır.

Belki çok iyi bir yazarsın. Belki de harika gitar çalıyorsun.

Kim bilebilir?

Hiç denedin mi?

Unutmaki; yeteneklerinin değerini bilmeyenler, başkalarının ona verdiği değere göre yaşamaya mahkumdurlar.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Uzaktan Kumanda


Hayatta aldığımız kararların ne kadarı bize ait hiç düşündünüz mü?

Ne giydiğimiz, ne yediğimiz, tatilde nereye gittiğimiz ve hatta ne düşündüğümüze kadar herşey dış etkenler tarafından yönlendiriliyormuş gibi hissetmiyor musunuz? 

Zaman içerisinde herşey değişiyor veya değiştiriliyor. 

80’lerden bir film izlediğimiz zaman kadınların arslan yelesi gibi kıvır kıvır permalı saçlarını görünce, günümüzde neden bu saçlarla dolaşan kadınların olmadığını kendinize sordunuz mu?

 
Günümüzde kız arkadaşınıza veya sevgilinize bu fotoğraftaki kadınların saçının aynısını yaptırması için baskı kurarsanız, bir insanı intihara meyil ettirmekten dolayı sizi içeri atacaklarından kuşkunuz olmasın.



Ya bu fotoğraftaki bıçkın delikanlılara ne demeli? 80’lerde insanlar bu saçlara sahip olmak için kuaförlerde sıraya girerken, şimdi bu saçı yaptırtacak kaç erkek bulabilirsiniz? Berbere söyleseniz paranızla dayak yersiniz. 

Teker teker erkeklere sorsak kendi zevkleri neticesinde kısa saçla dolaştıklarını söylerler ama 70’lerde yaşasalardı, çenelerine kadar inecek olan favorileriyle gene aynı şeyi söyleyebilecekler miydi bilemiyorum.

Hatırlarsınız belki, geçtiğimiz senelerde bir Ugg furyası almış başını gidiyordu. Hani, şu ayı patisine benzeyen ve hemen hemen bütün teenage ve genç kadınların ayaklarında gördüğümüz posttan bozma botdan bahsediyorum. 

Tarkan’ın da varmış... Neyse, o başka bir yazı konusu olur.

Bundan 10 sene önce, o botları herhangi birisine giydirmeye çalışsam ne gibi tepkilerle karşılaşacağımı hayal bile edemiyorum.

Her dönemin bir tarzı ve bu tarza uygun davranışları oluyor.

Değişmeyen tek şeyin değişim olduğu mottosuna bağlı kaldığımızda tabii ki değişimin olması çok doğal fakat, asıl soru şu; bu değişim kimler tarafından yönetiliyor?

Kabul edelim ya da etmeyelim insanoğlu yönlendirilmeye oldukça açık bir varlık. Toplum psikolojisine anında uyum sağlayarak, kitlelerin ortak bilinciyle hareket etme dürtümüz bizim doğamızda var. Bu dürtünün farkında olan güç odaklarının bundan oldukça iyi yararlandıkları da su götürmez bir gerçek.
Bu güç odakları tabii ki sadece insanların nasıl giyindiklerini kontrol etmek için bunu uygulamıyorlar. Asıl amaçları, insanları yönlendirerek istedikleri dünya düzenini uygulamaya koymak.

Türkiye tarihinde de bu yönlendirmelere pek çok örnek teşkil eden olay bulabiliriz.



Demokrat Partisi yanlısı Ekspres gazetesinin 6 Eylül 1955 baskısında Atatürk’ün Selanik’teki evinin Yunanlılar tarafından bombalandığı haberi verildi ve İstanbul'da yaşayan gayrimüslimler bir haberle hedef haline getirildi. Halk, ellerinde kazma, küreklerle gayrimüslimlerin işyerlerini ve evlerini yakıp yıktı. Bununla da kalmayıp gayrimüslim kadınların bile üzerinde ziynet eşyaları yağmalandı. Dükkanların ve evlerin durumunu söylememe gerek yok sanırım.

 
Bu olayların sonucunda Türkiye’de yaşayan binlerce Rum yurtdışına kaçtı. 1925’de 100.000 olan Rum nüfusu, 2006’da 2500’e kadar düştü.

Bir gazetenin attığı başlıkla, sorgulamadan, dinlemeden geleyana gelen insanlar, bir ülkenin kaderini değiştirdi.
Olayı bir bütün olarak değerlendirip büyük resmi görmeye çalıştığımızda iki konu dikkat çekiyor.

         1)      Tirajı 20 bin civarında olan Ekpres gazetesi o gün 290 bin basıldı. 'Kıbrıs Türktür Derneği' üyeleri, basılan yüz binlerce gazeteyi bütün İstanbul'da dağıttı.
         2)      Yağmalayan halkın hatırı sayılır bir kısmı İstanbul dışından gelmişti.

Durup dururken hangi gazete kendi trajının neredeyse 15 katı kadar gazete basıp dağıtır? 

Cevap belli: “Bunu planlamış olan bir gazete.”

Sene 1955 ve ulaşım olanakları meydanda. Diyelimki bir kişi Adana’da. Bu kişi haberi alıp, İstanbul’a gelene kadar zaten 2 gün geçer fakat, bu olaylar gazete yayınlandıktan hemen sonra başladı. 

Demek ki, bu insanların daha önceden bilinçli bir şekilde İstanbul’a getirtildiği çıkarmını yapımamız zor olmaz.
Biraz düşünen, sorgulayan bir insanın bu çıkarımları yapması işten bile değilken, hala insanların salak yerine koyulduğu bir dünyada yaşamamız ne kadar acı.

Burada insanların genelinin komplo teorisi olarak gördükleri konularda atıp tutmak istemiyorum. Bu konulara daha sonra belki gireriz ama size de  11 Eylül, Saddam, Ladin, savaşlar... hepsi, bir oyunun parçası gibi gözükmüyor mu?

Sistem, bizi yönlendiren güç odaklarının isteği doğrultusunda kurulmuş durumda ve çarkların dışına çıkmaya çalıştığınızda ya paranoyak, ya da suçlu ilan ediliyorsunuz. 



Matrix filmini büyük ihtimalle izlemişsinizdir. Sisteme karşı gelmeye başlayan Neo’nun neden durup dururken ağzını kapadıklarını düşündünüz mü? 

Bağırmasın diye mi? 

Adamlar binalardan zıplıyorlar, heryerde ateş ediyorlar, sonra da adamın teki bağırmasın diye ağzını kapatıveriyorlar değil mi? Kusura bakmayın ama ben olaya bu kadar safça bakmıyorum.

Simgesel anlamlara baktığımızda, sisteme karşı gelirsen susturulursun mesajı bize gönderiliyor. 

Tabii, bir de kırmızı hapı alıp sistemle bağlarını tamamiyle kopardıktan sonra insanın neye dönüşebileceğinin simgesel bir anlatımı da var. O da aşağıda. Buyrun:



Hepimiz sistemin dışına çıkıp havalarda uçalım demek istemiyorum fakat, önümüze konulanları süzgeçten geçirerek değerlendirmemizin gerekli olduğunu düşünüyorum.

Tarih, insanların yanlış yönlendirilmeleri sonucunda ortaya çıkan katastrofik olaylarla doludur.

Sene 1914, yer Saraybosna. Avusturya Arşidükü Ferdinand her ne hikmetse Saraybosna’ya bir ziyaret düzenledi. Bosna'daki Sırp terörist grupların bir suikast hazırlığı içinde olabileceği duyumları gelse de, bu durumlar Ferdinand ile hiçbir zaman paylaşılmadı.

Ferdinand ve eşi Saraybosna’ya tren ile geldiler ve daha sonra üstü açık bir arabayla şehri gezmeye başladılar. Sırp teröristler, arabanın ileyeceği yolun güzergahını ne yapıp edip öğrenmişler ve pusuyu kurmuşlardı.

Ferdinand, tabiiki tek başına gezmiyordu. Bir araç konvoyu ile şehirin merkezine giderken sırp teröristler konvoya doğru bir el bombası fırlattılar fakat, güzergahı öğrenebilen Sırp’lar Ferdinand’ın hangi arabada olduğu bilgisini atlamış (!) oldukları için gidip yanlış arabayı bombaladılar. 

Konvoyda yaralananlar olmasına rağmen Ferdinand turun devam etmesini istedi. Derken, konvoy şehir merkezine girdi ve Ferdinand beklenen konuşmasını yaptı. Dönüş yolunda ise beklenmedik birşey oldu.

Ferdinand’ın arabası yanlış yöne saptı.

Şansa bakın ki, arabanın yanlış yöne döndüğü o sokağın tam köşesinde Ferdinand’ın Princeps isimli ölümü onu bekliyordu. Silahındaki bütün mermileri Ferdinand ve eşinin üzerine kustu.

Birinci Dünya Savaşı da böylece başladı.

Bomba atılıyor ama herşeye rağmen programa devam ediliyor, daha sonra da yanlış yola sapılıyor ve tam da o yanlış yolun köşesindeki Sırp, Ferdinand’ı öldürüyor.

Ne kadar büyük bir tesadüf değil mi?

Peki, insanlar Birinci Dünya Savaşında ne diye savaşa gönderiliyor?

Ülkelerini korumaları için.

Sizce olayın başlangıcının herhangi bir ülkenin korunmasıyla bir alakası mı var yoksa işin içinde başka çıkarlar mı bulunuyor?

Olayın çıkışının absürdlüğü bile bu soruyu kendiliğinden cevaplıyor aslında.

Tarih boyunca insanları kendi çıkarları için yönlendirdiler. İnsanlar da sorgulamadan, bilgi sahibi olmadan koyun misali buna boyun eğdiler.  

Bunun önüne geçebilmenin tek yolu bilgi sahibi olmak, herşeye körü körüne inanmamak ve
sorgulamaktan geçiyor.

Ne kadar çok insan sorgulamaya başlarsa, uzaktan kumandanın pilleri o kadar çabuk biter.

İnsanlığın bir gün kendi kaderini çizebileceğine inanıyorum.

Ama, bugün değil...

5 Eylül 2011 Pazartesi

UEFA'ya Mektup

Taraftar olmak zordur.

Karşılıksız sevmeyi öğretir insana. Daha çocukluğunun ilk yıllarında, karşılık beklemeden kendinden birşey vermeyi sana öğreten ilk sevgilin, tuttuğun takımdır.

O takımı bazen renginden dolayı seçersin, bazen de babanın izinden gitmek için.

Ya da inat uğruna herkesin tuttuğu takımın karşısında olursun.

Taraftarlık bilinci körpe beyinlerde bu şekilde yavaş yavaş filizlenir. İzlediğin her maçta bu filize su verirsin.

O filiz gün geçtikçe dallanır, budaklanır. Belirli bir süre sonra ise sevgi, hayal kırıklığı, gözyaşı, gurur gibi duyguların dallanarak grift olarak içiçe geçtiği bir çınar halini alır.

Bu grift yapı yüzünden taraftar olanın halet-i ruhiyesi biraz karışıktır.

Çabuk öfkelenir, çabuk sevinir. Dengesiz veya şizoid yaklaşımlar sergilemesi de olasıdır.

Bu sebepten her maç veya katastrofik bir olay sonrası, taraftarlar tarafından yapılan yorumların çoğu pek dikkate alınmaz.

Taraftarlık adı üstünde TARAF olmaktır ve kişiye özel bir duygudur.

Kurumların TARAF veya TARAFTAR olma gibi bir lüksleri yoktur. Bir kurum, bu lükse sahipmiş gibi davrandığında ise yukarıda belirtmiş olduğum dengesiz davranışlar sergilemeye başlar.

“Sıfır tolerans” adı altında kendinizce kesin ahlak kuralları içerisinde ele aldığınız Fenerbahçe olayı ise bu dengesiz tutumun başlıca örneği olarak tarihe geçmiştir.

Henüz iddianamesi bile hazırlanmamış bir davanın taraflarından biri olan Fenerbahçe’yi “Sıfır Tolerans” diyerek Şampiyonlar Ligi’ne katılmasını engellediniz. Bu kararın, her ne kadar saçma görünse de, kendi dinamikleriniz içinde mantıklı olduğu düşünülebilir.

Fakat, siz bu kararı aldıktan sonra aynı davada başkanı ifade vermiş, hali hazırda davada adı geçen Trabzonspor’u Şampiyonlar Ligine kabul ederek tarihi bir dengesizlik örneği gösterdiniz.

Ayrıca, as başkanı ve teknik direktörü aynı soruşturma kapsamın da gözaltında olan Beşiktaş kulübünün Avrupa kupalarında oynamasına izin vererek bu kararınıza yeni tutarsızlıklar eklediniz.

Bu dengesiz yaklaşım ve politikalarınızdan ötürü şimdi anlıyorumki siz TARAFsınız.

Siz, TARAFTAR olma lüksüne kendine mal etmiş bir organizasyon olarak Fenerbahçe’nin geleceğini çaldınız.

Siz, bu sezon yaptıklarınızla Fenerbahçe’ye bir gelecek borçlusunuz.

Ve siz, bu yaptıklarınızın ağırlığı altında ezilerek, tarihin tozlu yaprakları arasında silinen kaybolmuş güç odaklarından biri olacaksınız.

Ve biz, gerçek taraftarlar, 25 milyon kişi olarak o günü sabırsızlıkla bekliyor olacağız.

SK

24 Mart 2011 Perşembe

Doğal Seleksiyon


Bazıları için mecburiyetten de olsa, uzun zamandır ilk defa 4 büyükler dediğimiz takımların hocalarının hepsinin Türk olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Geçen senenin şampiyonunun hocasının da Türk olması da şahsıma keyif veren ayrı bir olay.

Senelerdir Türkiye’ye gelen, kerametleri kendilerinden meçhul bir sürü teknik direktör milli servetimizi hortumladı ve gitti. Bunca sene boyunca Türk futboluna değer kazandırmış yabancı teknik direktörlerin isimlerini saymak istesek Derwall, Milne, Parreira ve belki Toshack’dan sonra başka bir isim daha zikretmek için oldukça zorlanırız.

Yeri gelmişken burada ruhu şad olası Derwall’e ayrı bir yer açmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Türk futbolu, zamanında bazı başarılar yaşadıysa, bu başarıları gene belirli bir süre de olsa sürdürülebilir kıldıysa, bunda Derwall’in katkısı yadsınamaz.

Bize sadece çağdaş futbolu göstermekle kalmadı, 2-3 jenerasyonumuzun yetişmesine katkıda bulunan Fatih Terim ve Mustafa Denizli’yi de yetiştirdi. Türkiye için, futbolun bir nevi peygamberliğini üstlenen bu muhterem zatın önünde bir kez daha saygıyla eğilmeyi borç bilirim.

Yabancı hocaların futbolumuzdan önce ülkemize bakışları sebebiyle, ilişkilerimizde hep 1-0 geride başladık. Futbolcular da dahil, Türkiye’ye transferi gerçekleşen yabancıların, ülkemizi dışarıdan bir gözle Katar’la bir tutması ve sadece daha çok para verildiği için geliyor olması, idealist bir yabancı teknik direktör tipinin topraklarımızda çalışmasına engel oldu. Konunun ana sebepleri futbol dışı olsa da, yabancı hocaların bu mantıktan hareketle sistem oturtmak yerine ezberlenmiş oyun stratejilerini uygulamaya çalıştıklarını gördük.

Fatih Terim İtalya’ya gittiğinde hemen İtalyanca öğrenmeye çalışırken, burada senelerdir milyon dolarlar alanların tek kelime Türkçe konuşmadan “byee” diyerek valizdeki paralarla az mı gidişini seyrettik? İnsan bari giderken “Allahaısmarladık” falan der de biraz içimiz soğur. Daum bile, en azından, yalan da olsa İstiklal Marşı’nı okuyor gözüküyordu.

Bütün bunların ana sebebi futbol insanlarının mantaletilerinde yatıyor. Hiç unutmam, İbrahim Üzülmez’e bir röportajda çok hızlı bir futbolcu olduğunu ve ortalarını geliştirebilirse çok daha iyi olacağını söylemişlerdi. İbrahim’in cevabı da “orta da yapabilsem burada ne işim var” gibi harika bir cümleyle gelmişti.

Güzel kardeşim, ortanı da geliştir sonrada gidebilirsen Barcelona’ya git helal hoş olsun ama bununda yanında Türk Milli Takımı’na orta yapabilen bir sol bek kazandırmış olurdun. Kötü mü olurdu? Onun yerine orta yapamayan hızlı sol bek olarak kalmayı tercih etti.

Bu mantalitedeki futbolculardan kurulu takımların başındaki teknik direktörlerinde öncelikle Türk futbolcu tipini iyi analiz edip buna göre liderlik politikasını oturtması gerekiyor fakat, ülkemize gelen ve avrupalı profesyonel futbolcuların mekanik disiplinine alışmış olan teknik direktörlerin, karşısında bulduğu güruhu görünce sol taraflarına hafif bir uyuşma geldiği kesin.

Hatırlarım, duvarlara cam kırığı döşettirmekten başka birşey yapamayan Osieck, Fenerbahçe’nin başında olduğu bir dönemdeki röportajında, futbolcuların nasıl şut atmaları gerektiğini bile bilmediklerini, en temelden futbol öğretecek zamanı olmadığını söylemişti.

Amacı olmayan birinin hiçbir yerde başarılı olması söz konusu olamaz. Orta da yapsam Barcelona’daydım, çalışsaydım Real Madrid’deydim, koşsaydım Milan’daydım gibi şarklı yaklaşımlara sahip futbolcuların yerine gerçekten koşan, antrenmandan sonra saatlerce orta yapan, kendini geliştirmek için çalışan futbolcuların başarılı olması çok doğal değil mi?

Türk teknik direktörler bütün bu yaklaşımlara oldukça aşina olduklarından, Türk futbolcusunu yönlendirme konusunda yabancılara göre daha başarılı olabiliyorlar. Bugünkü durumda da yabancıların hepsinin elendiğini ve tabiri caizse, meydanın Türk teknik direktörlere kaldığını büyük bir mutlulukla izliyoruz.

Örneğin; Tugay, Galatasaray’ı Hagi’den veya Rijkaard’dan daha kötü bir duruma düşürebilir mi? Ya da Tayfur, Schuster’den kötü ne yapabilir? Bunca sene saç baş yolduran Daum’mu yoksa gelecek için umut veren Aykut’u mu tercih edersiniz?

Ya Şenol Güneş?

A-Milli Takımı Dünya 3.sü yapmasına rağmen bize yaranamayan büyük futbol adamı. Adam neredeyse kupayı kaldırıyordu, biz burada saçını ne tarafa taradığını tartışıyorduk.

Biz değerlerini bilmesek bile, doğal seleksiyonla kötüler gitti, ülkemizin evlatları başa geçti.

Su yolunu bulur derlerdi inanmazdım.

Artık inanıyorum...

SK

17 Şubat 2011 Perşembe

Tünel

Futbol oynayanlar bilirler, sahaya çıkmadan önce en çok tünelde stres yaşanır. Çimende veya toprakta oynamak için yapılmış kramponların beton zemin üzerinde çıkardığı iç gıdıklayıcı sesler, takım kaptanlarının kendi arkadaşlarını motive etmek için devamlı bağırmaları, o tüneldeki loş ve nemli ortam genç bir insanın dizlerinin bağını çözmeye yeter.

Bütün bunlar çevrende olup biterken, tünelin sonuna doğru bakarak kendini rahatlatmaya çalışırsın. Tünelin sonunda gördüğün ışık sana, orada sahanın, seyircilerin ve futbolun olduğunu hatırlatır. Belki, şanslıysan, bir gol atmayı ümit edersin, belki seni birileri görür ve beğenirse hayalini kurduğun takımda oynamak istersin.

O anda Araf’dasındır. Ne dışardasın ne de içeride. Önünde sahaya giden bir ışık, arkanda hayatın... O tünelin ucundaki ışığa doğru koşar ve sahaya çıkarsın. Arkandaki hayatı daha iyi yaşayabilmek için...

17 yaşında bile varsın ya da yoksun. Işığa doğru yürürken dizlerin titrer, heyecandan kalbin yerinden çıkacakmış gibi olur. Hele o sahaya çıkış anı... Taraftarın önüne çıkmak, insanların sernin için bağırmalarını dinlemek, bazen de küfürleri hazmetmek seni başka bir yerde olduğuna inandırır.

Ümitlerin vardır o yaşlarda, yarınlarının hayalleriyle koşarsın o çimenlerin üzerinde, antrenmana minibüsle giderken balık istifi gittiğin yollar sana koymaz çünkü sen zaten o anda ileride alacağın spor arabanın ön koltuğundasındır kafanda.

Türkiye’de yaşın büyüdükçe senden hayallerini alır, yerine de bir aile arabası verirler. Nerede olduğunun farkında bile olamadan da genç yıldız adayından, tecrübeli futbolcu statüsüne ulaşmışsındır.

Önce seni göklere çıkarırlar daha sonra da oradan paraşütsüz yere atarlar. Medya maymunları senin çakılmanı büyük bir zevkle izlerlerken, yere düşmeni görmeyi bile beklemeden yeni bir kurbana doğru ilerler. Eğer hasbel kader bir şekilde yere çakılmadan tekrar yükselebilirsen de devamlı senin üzerine oynamaya başlarlar. 16-17 yaşındaki çocuklara çalışmıyor, içiyor, sinema kapatıyor, geziyor ithamlarıyla serseri yaftasını yakıştırırken, bu yaştaki bir çocuktan ne yapmasını bekledikleri ise kendilerine hiçkimse tarafından sorulmaz.

İşte, biz yıldızlarımızı, kendilerinin olmadıkları bir seviyede olduklarına inandırarak daha sonra da onlara yardım eli uzatmayıp ne idüğü belirsiz yabancı futbolcuların değişmez yedekleri haline getirerek teker teker kadri bilinmemiş yetenekler mezarlığında yerlerini almalarını sağlarız. Bütün bunları yaptıktan sonra da Avrupa şampiyonasına götürdüğümüz takımı, %30’u sakat ve kendi takımlarında bile forma giyemeyen oyunculardan oluştururuz.

İşte bu yüzden, 2004 Avrupa şampiyonasında final oynayan Türkiye ve İspanya U19 milli takımlarından 2010 yılındaki Dünya şampiyonasında İspanya’dan 7 oyuncu yer alırken Türkiye’den hiçbir futbolcu yer almaz. Biz gider Aurelio’yu türk yaparız. Yattara Türk olsaydı diye temennide bulunuruz.

2004’de Avrupa ikincisi olan Türkiye’nin U19 milli takım kadrosuna ve şu anda oynadıkları takımlara bakarsak zaten sonuç gün gibi ortada;

Serkan Kırıntılı – Fenerbahçe – Kaleci
Şener Özcan – Adana Demirspor - Kaleci
Hakan Aslantaş – Konyaspor - Defans
Orhan Şam - Gençlerbirliği - Defans
Ozan Tahtaişleyen – Elazığspor - Defans
Ergün Teber – Kasımpaşaspor - Defans
Zafer Şakar – Diyarbakırspor – Orta Saha
Olcan Adın – Gaziantepspor -  Orta Saha
Sezer Öztürk – Eskişehirspor – Orta Saha
Kerim Zengin – Kardemir Karabükspor – Orta Saha
Selçuk İnan – Trabzonspor – Orta Saha
Ali Öztürk – Balıkesirspor – Orta Saha
Sinan Turan – Orduspor – Orta Saha
Cafercan Aksu – Konya Şekerspor – Orta Saha
Onur Çubukçu – Adana Demirspor – Orta Saha
Burak Yılmaz – Trabzonspor - Forvet
Emre Aygün – Gençlerbirliği - Forvet
Tuğçin Kadıoğlu – Kepez Belediyespor - Forvet

Bizim gençlerimizin hepsi büyüyünce yeteneklerini mi kaybediyolar, yoksa biz onların geleceklerini mi çalıyoruz? Bütün dünyanın gıpta ile izlediği bir U19 milli takımından nasıl olurda A-milli takıma bir tane bile futbolcu çıkmaz? Bu sorunun muhattabı tabiiki bu gençler değil. Bu soru aslında hepimize. Futbol kültürümüzü oluşturan herkesin düşünmesi gereken bir sorun.

2005’de Avrupa şampiyonu olan Türkiye U17 milli takım kadrosu ve şu anda oynadıkları takımlar ise çoğnun  ağabeyleriyle aynı kaderi paylaştıklarını gösteriyor.

Volkan Babacan – Kayserispor - Kaleci
Onur Recep Kıvrak – Trabzonspor - Kaleci
Eray Birniçan - Gaziantepspor - Kaleci
Cengiz Çoban - Türk Telekomspor -Defans
Emre Balak – Gençlerbirliği - Defans
Anıl Taşdemir – Akhisar Belediye - Defans
Mehmet Yılmaz – Turgutluspor - Defans
Ferhat Bıkmaz – Sivasspor - Defans
Ergün Berisha - İBB - Defans
Erkan Ferin – Pursaklarspor - Defans
Serdar Keşçi - Gümüşhanespor - Defans
Harun Karadaş – Darıca Gençlerbirliği - Defans
Aykut Demir - Gençlerbirliği - Defans
Caner Erkin - Fenerbahçe - Orta Saha
Murat Duruer MKE Ankaragücü - Orta Saha
Nuri Şahin - Borussia Dortmund - Orta Saha
Deniz Yılmaz - Bayern Münich - Orta Saha
Aydın Yılmaz - Galatasaray - Orta Saha
Özgürcan Özcan - Adanaspor - Forvet
Tevfik Köse - İBB – Forvet

Tevfik Köse’in aynı zamanda 2005’teki turnuvada gol kralı olduğunu hatırlamakta da fayda var.

Futbolcu ve teknik direktör mezarlığı olan ülkemizin futbol mantelitesindeki 80’lere dönüş macerası kaldığı yerden devam ediyor. Değişmez futbol tiranlarının yönetiminde, vizyonsuz, misyonsuz, hedefsiz bir şekilde el yordamıyla yürümeye devam ediyoruz. Bu arada atı alan üsküdarı çoktan geçmiş, hatta el bile sallıyor.

Tarih bir gün geriye baktığında bu gençlerin hayallerini çalanların hepsinden hesabını soracaktır umudundan başka ileriye dönük bir şey söylememiz güç olsada, her kazandığımız maçtan sonra alıştığımız “tarih yazma” şarklılığından kurtulup, tarihin bizi yazdığı zamanlara doğru yol almayı ummaktan başka bir seneğimiz yok gibi gözüküyor.