1 Kasım 2014 Cumartesi

Sayı


Kapitalizmin en büyük marifeti, insanların rahat edemeyeceği şartları onlara normalmiş gibi sunması ve olması gereken şartları ise bir lüksmüş gibi fiyatlamasıdır.

Örneğin, havayolu şirketleri, dizleriniz kulaklarınıza çıkmış bir halde on bir saat uçmayı standart sayıp adına ekonomi der, olması gereken koltuk arası mesafeyi ise “business” adı altıyla iki katı paraya satarlar.

İnsanlar ise bu “lükslere” ulaşabilmek için daha fazla para kazanmak ister, daha çok çalışır, daha fazla hırslanır fakat, sistemde her zaman bir üst seviye vardır. Barınma ihtiyacı ile yola çıkan bir insan, bunu elde ettikten sonra, en doğal dürtüsüyle bir üst seviyedeki isteklerine ulaşmaya çalışır. Hırsları ve istekleri kazandıkça artar.

Sistem, bu insanlara karşı kendi hırslarını kullanır.

Kapitalizmin patron, yönetici kısmı bu şekilde yaratılır.

Bazı insanlar için ise durum daha da vahimdir. En basit insanca ihtiyaçları olan barınma ve beslenme için, sistemin onlara sunduğu insanlık dışı şartlara ayak uydurmak zorunda kalırlar.

Bu şekilde, kapitalizmin çarkını döndürecek ana kaynak yaratılmış olur.

İşçi.

En vahim tarafı, sunulan bu şartlar onlara lütufmuş gibi gösterilir.

 Onlara hiçbir zaman rahata kavuşamayacakları bir para verilir ve karşılığında hayatlarının büyük bir kısmını, kör bir bağlılıkla verilen görev için harcamaları istenir. Buna karşı çıkanlar ise genelde “provakatör”, “nankör” gibi sıfatlarla damgalanırlar.

İnsanlar, sistemin giyotini olarak görev yapan bankalara devamlı bir şekilde borçlandırılır ve döngü bu şekilde devam eder. Bu döngü her tamamlandığında ise insan, daha borçlu ve daha da fakir olacaktır.

Çarkın dönmesi için para harcanmalı, parayı harcatabilmek içinde bir hizmet sunulmalıdır. Bu hizmet ise, sistemin bilerek fakirleştirdiği alt zümrenin iş gücüyle sağlanır. İşte bu yüzden dolar milyoneri bir temizlikçiyi asla göremezsiniz.

Bir insanı, tiranlık veya monarşi gibi rejimler haricinde, ayda 1300TL’ye fare deliği gibi tünellerde toprak altında çalıştırabilmenin tek yolu budur. Hiç kimse, özgür iradesiyle böyle bir iş yapmak istemeyeceği için, insanlar buna mecbur bırakılır.

Soma’da, kömür çıkartırken vefat eden işçilerin ve Afrika’da diğer taşlardan daha fazla parlıyor diye, kendi değer yargılarımıza göre daha değerli olduğuna inandığımız adına elmas dediğimiz taşları çıkartırken kaybedilen binlerce insanın asıl katili, işte bu sistemin ta kendisidir.

 Bu sistemin içerisinde köşe başlarını tutmuş ve hırslarının esiri olmuş olan insanlar ise, kendilerine daha fazla çıkar sağlamak amacıyla, olması gereken güvenlik önlemlerini bile almazlar.

Karakterleri, hayatları boyunca sistemin istediği yönde gelişmiş olan bu insanlar için, alınan her önlem para harcamak ve harcanılan her kuruş onların ihtiraslarından verdikleri ödün anlamına gelir.

İnsanlık dediğimiz ortak bilinç ise bütün bunlar arkada olup biterken, sistemin kendisine sunduğu illüzyonun içerisinde yaşar.

Büyük felaketler ise, gerçekleri insanların gözüne bir tokat gibi çarparak büyük bir şok yaratırlar.

Türkiye’de her gün 24 kişi trafik kazalarından dolayı hayatını kaybederken kimse bunu farketmez ama, bir otobüs kazasında toplu halde 50 kişi öldüğünde herkes trafik kurallarını sorgulamaya başlar.

Bir inşaata deniz kumu katılırsa problem çıkabileceğini herkes bilir ama, 7.4’lük bir deprem yaşanıp, binlerce insan ölmeden bunu kimse aklına getirmez.

Sadece kömür sektöründe, 1991-2008 döneminde iş kazaları ve meslek hastalığı nedeniyle ortalama olarak yılda 150 kişi madenlerde hayatını kaybederken madenciler hiçbir medya aracında kendine yer bulamaz ama bir anda 301 kişi hayatını kaybettikten sonra herkes madenciliği konuşmaya başlar.

İnsanlığın bir trajediyi farkedip tiranlığa karşı sesini yükseltmesi sınır kaç kişidir?

150, 301’dan gerçekten de küçük müdür?

Ya da Ermenek’deki 18’in daha küçük olduğu bir sayı matematikte var mıdır?

 Bir insanın hayatının ederi gerçekten 1’midir?