Kapitalizmin en büyük marifeti, insanların rahat edemeyeceği
şartları onlara normalmiş gibi sunması ve olması gereken şartları ise bir
lüksmüş gibi fiyatlamasıdır.
Örneğin, havayolu şirketleri, dizleriniz kulaklarınıza
çıkmış bir halde on bir saat uçmayı standart sayıp adına ekonomi der, olması
gereken koltuk arası mesafeyi ise “business” adı altıyla iki katı paraya
satarlar.
İnsanlar ise bu “lükslere” ulaşabilmek için daha fazla para
kazanmak ister, daha çok çalışır, daha fazla hırslanır fakat, sistemde her
zaman bir üst seviye vardır. Barınma ihtiyacı ile yola çıkan bir insan, bunu
elde ettikten sonra, en doğal dürtüsüyle bir üst seviyedeki isteklerine
ulaşmaya çalışır. Hırsları ve istekleri kazandıkça artar.
Sistem, bu insanlara karşı kendi hırslarını kullanır.
Kapitalizmin patron, yönetici kısmı bu şekilde yaratılır.
Bazı insanlar için ise durum daha da vahimdir. En basit
insanca ihtiyaçları olan barınma ve beslenme için, sistemin onlara sunduğu
insanlık dışı şartlara ayak uydurmak zorunda kalırlar.
Bu şekilde, kapitalizmin çarkını döndürecek ana kaynak
yaratılmış olur.
İşçi.
En vahim tarafı, sunulan bu şartlar onlara lütufmuş gibi
gösterilir.
Onlara hiçbir zaman
rahata kavuşamayacakları bir para verilir ve karşılığında hayatlarının büyük
bir kısmını, kör bir bağlılıkla verilen görev için harcamaları istenir. Buna
karşı çıkanlar ise genelde “provakatör”, “nankör” gibi sıfatlarla
damgalanırlar.
İnsanlar, sistemin giyotini olarak görev yapan bankalara
devamlı bir şekilde borçlandırılır ve döngü bu şekilde devam eder. Bu döngü her
tamamlandığında ise insan, daha borçlu ve daha da fakir olacaktır.
Çarkın dönmesi için para harcanmalı, parayı harcatabilmek
içinde bir hizmet sunulmalıdır. Bu hizmet ise, sistemin bilerek fakirleştirdiği
alt zümrenin iş gücüyle sağlanır. İşte bu yüzden dolar milyoneri bir
temizlikçiyi asla göremezsiniz.
Bir insanı, tiranlık veya monarşi gibi rejimler haricinde, ayda
1300TL’ye fare deliği gibi tünellerde toprak altında çalıştırabilmenin tek yolu
budur. Hiç kimse, özgür iradesiyle böyle bir iş yapmak istemeyeceği için,
insanlar buna mecbur bırakılır.
Soma’da, kömür çıkartırken vefat eden işçilerin ve Afrika’da
diğer taşlardan daha fazla parlıyor diye, kendi değer yargılarımıza göre daha değerli
olduğuna inandığımız adına elmas dediğimiz taşları çıkartırken kaybedilen
binlerce insanın asıl katili, işte bu sistemin ta kendisidir.
Bu sistemin
içerisinde köşe başlarını tutmuş ve hırslarının esiri olmuş olan insanlar ise,
kendilerine daha fazla çıkar sağlamak amacıyla, olması gereken güvenlik
önlemlerini bile almazlar.
Karakterleri, hayatları boyunca sistemin istediği yönde
gelişmiş olan bu insanlar için, alınan her önlem para harcamak ve harcanılan
her kuruş onların ihtiraslarından verdikleri ödün anlamına gelir.
İnsanlık dediğimiz ortak bilinç ise bütün bunlar arkada olup
biterken, sistemin kendisine sunduğu illüzyonun içerisinde yaşar.
Büyük felaketler ise, gerçekleri insanların gözüne bir tokat
gibi çarparak büyük bir şok yaratırlar.
Türkiye’de her gün 24 kişi trafik kazalarından dolayı
hayatını kaybederken kimse bunu farketmez ama, bir otobüs kazasında toplu halde
50 kişi öldüğünde herkes trafik kurallarını sorgulamaya başlar.
Bir inşaata deniz kumu katılırsa problem çıkabileceğini
herkes bilir ama, 7.4’lük bir deprem yaşanıp, binlerce insan ölmeden bunu kimse
aklına getirmez.
Sadece kömür sektöründe, 1991-2008 döneminde iş kazaları ve
meslek hastalığı nedeniyle ortalama olarak yılda 150 kişi madenlerde hayatını
kaybederken madenciler hiçbir medya aracında kendine yer bulamaz ama bir anda
301 kişi hayatını kaybettikten sonra herkes madenciliği konuşmaya başlar.
İnsanlığın bir trajediyi farkedip tiranlığa karşı sesini
yükseltmesi sınır kaç kişidir?
150, 301’dan gerçekten de küçük müdür?
Ya da Ermenek’deki 18’in daha küçük olduğu bir sayı
matematikte var mıdır?
Bir insanın hayatının
ederi gerçekten 1’midir?